İnsan hakları, Türk diplomatları için daima zor bir konu olmuştur. Dışişleri Bakanlığında insan hakları NATO/Silahsızlanma veya Kıbrıs/Yunanistan konuları gibi uzmanlık alanı sayılmaz. Bunun bir nedeni de kariyerinizin herhangi bir evresinde zaten insan hakları konularıyla ilgilenmek zorunda kalmanızdır. Büyükelçiliklerde genellikle ülkemize yöneltilen eleştirileri yanıtlarsanız. Çok taraflı diplomaside çalışan arkadaşlarımız da belge müzakerelerinde, ileride Türkiye’nin aleyhinde kullanılabilecek ifadelerin metne girmemesi için büyük çaba sarf eder. Çünkü Türkiye’nin insan hakları sicili hiçbir devirde dört dörtlük olmamıştır.
Boğaziçi Üniversitesi olayları üzerine Dışişlerinin yaptığı çıkış insan hakları konularının Dışişleri boyutunu yeniden gündeme taşıdı.
Uluslararası arenada devletlerin insan hakları alanında çifte standart uygulamalarına sık rastlandığı doğrudur. Dışişleri’nde insan haklarından sorumlu genel müdür olduğum yıllarda ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatındaki (AGİT) görev sürem boyunca bu tür çifte standartlara çok şahit oldum. Dönem arkadaşımız Ömer Haluk Sipahioğlunun 4 Temmuz 1994’te Atina’da şehit edildiği gün Viyana’da AGİT toplantısı vardı. Avusturya makamları toplantının yapıldığı Hoffburg sarayının bahçesinde taşlı sopalı PKK gösterisine izin vermişti. Aynı Avusturya makamları, bir hafta sonra Çin başbakanın ziyareti sırasında Tibetlilerin gösterilerini engellemek için ünlü Kartner caddesi üzerinde konuk heyetin kaldığı otelin önündeki otobüs durağının yerini değiştirmişti.
Yine Viyana’da büyükelçilik görevim sırasında Avusturya Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı, Türkiye’de internetin kısa bir süreliğine kapatılmasını protesto için beni makamına çağırmıştı. Müsteşara aynı gün 563 kişiye idam cezası verilmesi nedeniyle Mısır büyükelçisini de çağırmayı düşünüp düşünmediklerini sorduğumda verecek cevap bulamamıştı.
Bunları unutamıyorum. Bu örneklerin sayısını daha da çoğaltmak mümkündür. Ancak bu yazının amacı bu değildir.
4 Şubat günü “Yurtdışındaki bazı çevrelerin Boğaziçi Üniversitesinde yaşanan olaylara ilişkin yaptıkları açıklamalar hakkında” başlıklı Dışişleri Bakanlığı basın açıklamasını büyük bir şaşkınlıkla okudum.
Son yıllarda “Ne kadar çok açıklama yaparsak o kadar çok aktif politika izlediğimizi göstermiş oluruz” yaklaşımıyla her konuda resmî açıklama yapılmaya başlandı.
Herhangi bir ülkede yaşanan bir doğal afet için basın açıklaması yapılması diplomatik teamülde yaygın bir uygulama değildir. Oysa bizde küçük çaplı bir sel felaketi veya ufak bir tren kazası üzerine açıklama yapmak usulden hale gelmiştir.
Dışişleri bakanlıkları açıklamaları tüm büyükelçiliklerin temel haber alma kaynağıdır. Amiyane tabiriyle suyunu çıkarmamak lazımdır. Diplomasi kibarlık dilidir. En ağır mesajları bile kırıcı olmadan iletebilmek sanatıdır. Bu işi de en iyi İngilizler yaparlar. “Hayır” kelimesini kullanmadıkları halde görüşlerinize katılmadıklarını size ustaca hissettirirler.
Son zamanlarda Dışişleri açıklamaları, olması gerektiği gibi dış dünyaya değil iç politikaya yönelik yapılmaya başlamıştır. “Aynaya baksınlar”, ya da “hadlerini bilsinler” gibi ifadelerin diplomasi dilinde yeri yoktur.
Sözcülük, Dışişleri Bakanlıklarının en önemli makamlarındandır. Bizim bakanlığa girdiğimiz dönemlerde bu görev kıdemli bir Büyükelçi tarafından üstlenilirdi. Ancak Bakanlar, medyada kendileri daha ön planda olmak sevdasıyla bu uygulamaya son vererek sözcülük görevini yıllardır genç arkadaşlara “vekaleten” vermeye başladılar.
Boğaziçi olaylarına ilişkin Dışişleri Bakanlığının 4 Şubat tarihli açıklaması ilk okuyuşta “tencere dibin kara, seninki benden kara” havasını vermektedir. Oysa diplomaside bize öğretilen insan hakları alanında mütekabiliyet, yani karşılıklılık ilkesinin geçerli olmadığıdır. Örneğin Yunanistan’a “Sen Atina’da cami yapmadan ben ruhban okulunu açmam” diyemezsiniz.
Bildirinin en vahim tarafı ise “Türkiye’nin içişlerine karışmak kimsenin haddi değildir” cümlesidir. Türkiye’nin altına imza koyduğu, bağlayıcılığı olan çok sayıda hukuki ve siyasi belgede insan hakları yükümlülüklerinin, ilgili devletin içişleri olmadığı vurgulanmaktadır. AGİT’in 1991 Moskova belgesi, 1992 tarihli Helsinki belgesi, 2010 tarihli Astana bildirgesi bunlardan bazılarıdır.
Ev sahipliği yaptığımız 3. AGİT zirvesi sonunda kabul edilen 1999 tarihli İstanbul Belgesine göre de AGİT yükümlülüklerinin uygulanmasından devletler, kendi vatandaşları ve birbirlerine karşı sorumludur. Bu yükümlülükler önemli ortak kazanımlar olarak görülür. Ve tüm taraf devletlerin doğrudan ve meşru ilgi alanına girer. 1993 tarihinde BM çerçevesinde Viyana’da düzenlenen insan hakları konferansı sonunda kabul edilen eylem planında da insan haklarının korunması ve geliştirilmesinin uluslararası toplumun meşru hakkı olduğu dile getirilmektedir.
Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) 1987’de bireysel başvuru hakkını tanımış olmamız da peşinen insan haklarının iç işlerimiz olmadığını kabul ettiğimiz anlamına gelmektedir.
Tüm bu bilgiler ışığında insan haklarının iç işimiz olduğunu savunmak mümkün müdür?
MHP lideri Bahçeli’nin Öcalan açılımıyla başlayan gelişme ve tartışmaların hem MHP hem de CHP’de oy…
President Tayyip Erdoğan welcomed Donald Trump's return to the US presidency. During Trump's previous tenure,…
Türkiye’yi hedef alan iki vekil gücün liderlerine ilişkin Ekim ayında, ardı ardına önemli gelişmeler yaşandı.…
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Donald Trump’ın yeniden ABD Başkanı seçilmesine memnun oldu. Bir sorun çıktığında doğrudan…
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının 13 Kasım’da Ankara Büyükşehir Belediyesine usulsüz harcama soruşturma başlatmasından saatler sonra İstanbul…
Türkiye’de ana siyasi gelişmelerin birçoğunda belirleyici olan Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) genel başkanı Devlet Bahçeli;…