Avrupa Birliği’nin iki üst düzey yetkilisinin tam da darbe teşebbüsü tartışmalarının yaşandığı bir günde Türkiye’ye gelmesi, ülkedeki insan hakları ihlallerinin “Kafkaesk” haller aldığının Avrupa basınında ve kanaat önderleri çevrelerinde konu edilmesine vesile olabilirdi.
Gelin görün ki Cumhurbaşkanlığı protokolü rol çaldı. AB Konseyi Başkanı Charles Michel, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yanındaki koltuğa yerleşirken, Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen protokol açısından üstte olduğu Dışişleri Bakanının karşısında, kanepeye oturtuldu.
Avrupa çevrelerinde bu konu her şeyin üstüne çıktı. Michel’in başköşe kendisine aitmiş gibi, güzelce koltuğa kurulurken, Von der Leyen’in ilk anda ayakta dikilmesinde her iki tarafın protokol ekiplerinin büyük hatası var, zira edindiğim duyumlar, Türk ve AB tarafının bu oturma düzeninde anlaştığı yönünde. Von der Leyen’in habersiz gibi görünmesi; Michel’den bir gol yemiş izlenimi uyandırıyor. Zaten kadın hakları mücadelesi sadece Türkiye’de değil her coğrafyada ve her düzeyde devam etmekte.
Sözleşme’den çıkılmasına denk geldi
Tabii bu durumun tam da Türkiye’nin kadına şiddetin önlenmesine ilişkin İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmasının ardından yaşanması kuşkusuz ironik bir sembolizm taşıdı.
Aslında AB’nin Türkiye’yle ilgili olarak kurmakta olduğu yanlış denkleme de ışık tutması açısından göz açıcı idi. AB artık Türkiye ile ilişkilerinde demokrasi kriterini boş verip, sopa-havuç denklemini iktidarın dış politikasını “ehlileştirmek,” göç politikasında da işbirliğini sağlama almak üzere kullanma yoluna girmiş görünüyor. Ancak bu denklemden istediği sonucu alabilmesi kuşkulu.
Sarkozy, Türkiye’yle uğraşmak daha zor olur demişti
Bu denklemi kuranların başında Fransa’nın eski cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy geliyor. Sarkozy, 24 Mart’ta Fransız kanalında yayınlanan programa yaptığı açıklamada, Türkiye’nin AB’yi içerden bölmeye çalışacağı için AB üyeliğine karşı çıktığını söyledi. “Bugün Avrupa’da yaşadığımız onca sorun varken; AB konsey toplantılarına katılan bir Erdoğan düşünün; daha mı kolay olurdu, daha zor mu?” diye sordu.
Sunucu, bu soruya karşılık “Başka bir Türkiye olmaz mıydı; Batılı değerleri, bizim iş yapma modelini benimsemiş bir Türkiye bulmaz mıydık karşımızda; bu senaryoya inanmıyor musunuz” diye sorunca da “hayır, inanmıyorum. Baksanıza bu senaryo İngilizlerle çalışmadı” dedi; Brexit’i kastederek.
Benzetme de Türkiye varsayımı da oldukça problemli. Sarkozy’nin Türkiye’yle müzakereleri, bazı başlıkları fiilen bloke etmesiyle yavaşlattığından beri, tam tersi bir süreç yaşandı. Türkiye AB’nin demokratik kriterlerinden uzaklaştığından beri, Erdoğan’la Avrupa’nın ilişkileri daha mı kolay yürüdü, daha mı zor?
Güney Kıbrıs, AB müzakerelerindeki “yargı ve temel haklar” konulu 23. Fasıl ile “adalet, özgürlük ve güvenlik” konulu 24. faslı bloke etti. Türkiye’nin bu konularda elini rahat hissetmesi, Kıbrıs konusundaki politikasını değiştirdi mi? Kıbrıs sorununun çözümünde Türkiye’yle uğraşmak daha kolay mı oldu daha mı zor?
Türkiye-AB ilişkilerinde zamanlama sorunsalı
Türkiye-AB ilişkilerinde her daim bir zamanlama sorunu yaşanır; bu böyle de sürecek gibi.
Son birkaç yıldır; Türkiye’nin otoriterliğe kayma sürecini az da olsa frenleyebileceğini düşünenler, müzakerelerin fiilen donması üzerine ortaya atılan pozitif gündemin canlandırılması çağrısında bulunuyordu. 2010’lu yılların başında ortaya atılan pozitif gündemde gümrük birliğinin güncellenmesi, üst düzey diyaloğun yeniden tesis edilmesi, vize serbestisi gibi konular vardı. Sivil toplumun temsilcileri “Diyalog bu kadar kesikken, arada hiçbir çalışma mekanizması yokken ilişkilerin sağlıklı yürümesini bekleyemezsiniz” diyordu Avrupalı muhataplara.
Avrupalı başkentler ise, anti-demokratik gidişatın hızlandığı bir ortamda, gümrük birliğinin güncellenmesi müzakerelerine yeşil ışık yakılmasının, bu gidişatı ödüllendirmek anlamına geleceğini öne sürüyordu. Ta ki 2015 göç krizine kadar. Başta Almanya, AB, “Al parayı, tut göçmenleri, çok istiyorsan pozitif gündemi de canlandıralım madem” dedi.
Bu sefer de 2016 darbe teşebbüsü Türkiye’nin antidemokratik gidişatını iyice hızlandırınca, göç anlaşmasının pozitif gündem bölümü askıda kaldı.
Günümüze gelirsek, Doğu Akdeniz’de yaşanan gerginlik, Libya’daki gelişmeler üzerine AB göç anlaşmasıyla kurduğu denklemi, dış politika ile genişletme yoluna gitti. Sopa havuç taktiğini “göçmenleri tut, dış politikada sakin kal; o zaman yaptırım kartını devreye sokmayız (ama masada tutarız); gümrük birliği güncellenmesine de –o da belki– yeşil ışık yakabiliriz” mesajı üzerinden işletmeye kondu.
AB’nin “endişesi” boşta kalıyor
Ancak bu mesaj tam da Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma kararının alındığı, HDP’nin kapatılması sürecinin başlatıldığı bir dönemin hemen ertesinde verilmiş oldu. İktidarın bu durumu “içerde ne yaparsan yap, dışarda sakin kal da,” gibi bir okuma yapmasına imkan doğdu.
Tabii hem içerden hem de Avrupa’dan tepki doğunca, Türkiye’ye gelen iki üst düzey yetkili, basına yaptıkları açıklamalarda daha fazla insan hakları vurgusu yapma gereği duydu. Ursula von der Leyen’in attığı tweette ekonomik ilişkiler, gümrük birliği güncellenmesi ve göç konusunda Türkiye’nin uluslararası insan hakları kurallarına saygı göstermesinin “şart” olduğunu söylemesi, basına yaptığı açıklamada “insan haklarına saygının” müzakerelerin ayrılmaz bir parçası olduğunu söylemesi, ne kadar “koşulluluk” içeriyor zaman gösterecek.
Militarize dış politikasının sınırlarına gelen, ekonomik krizi yönetmekte zorlanan iktidar bir süreliğine dış politikada düşük profilde kalma yoluna gitmiş olabilir. Ancak demokratik standartlardan uzaklaşan bir ülkenin, öngörülebilir, rasyonel ve diplomasiyi önceleyen bir dış politikayı benimseyeceğinin garantisi yoktur. Bakalım AB yanılsamasının farkına ne zaman varacak.