29 Mayıs 2006. Hiç unutmam. Kabil’e 35inci yaş günümü kutlamaya gitmiştim. Amerika’nın, 11 Eylül saldırılarına karşı verdiği ilk cevap, Afganistan’da Taliban yönetimini sonlandırmıştı. Afgan kadınlarının çektiği çileye ancak bu zaman dilimi sonrasında daha derin manada vakıf olmuş ve Amerika’nın onları kurtardığına çok mutlu olmuştum. Bir de bir Türk kadını olarak bu bölgedeki ayrıcalığımıza olan şükrüm artmıştı.
NATO’nun Afganistan’daki Üst Düzey Sivil Temsilcisi Hikmet Çetin, Mart gibi sanırım o dönem gazeteci olarak çalıştığım Washington’a bir toplantı için gelmişti. Ben de fırsat bu fırsat diyerek – doğum günü kısmını kendimde tutarak – kendisine dileğimi iletmiştim. Ve Hikmet Bey, Afganistan’da kaldığım iki hafta boyunca bana güvenli bir konaklamanın ötesinde, ulaşmakta güçlük çekebileceğim kapıları da hızlıca aralamıştı.
29 Mayıs sabahı Afganistan Temsilciler Meclisi Başkanı Muhammet Yunus Kanuni ile sabah 9’da resmi makamında buluştuk. Sohbete henüz başlamıştık ki önce telefonlar, sonra sirenler ardı ardına çalmaya başladı. Sonra da Kanuni hızlıca odadan çıktı gitti. Beni de yetkililer, jet hızıyla parlamento binasının önüne koyuverdiler.
Burkamı giydim…
Parlamentoya doğru yürüyen kalabalığı görünce refleks olarak iki şey yaptım. Hemen burkamı giydim ve Hikmet Bey’i aradım. Ki anladım ki Hikmet Bey zaten önceden davranmış ve beni alması için NATO’dan destek istemiş. Askerler gelinceye kadar o çılgın kalabalık benim olduğum yere ne yazık ki varmıştı.
ABD askerleri buraya gireli Kabil’deki bilinen en büyük kalkışmanın merkezinde kalakalmıştım. İnsanların suratları sinirden insanlıktan çıkmıştı. Suratlarına bakmak dahi korkutucuydu. Akın halinde yoldan akarlarken kaldırım taşlarını neredeyse yerden leblebi gibi rahatça kaldırıp, söküp atıyorlardı. Bir garip tufan vardı o gün insan çıldırmışlığının karmaşasında.
Sonrasını, ansızın beni ensemden tutup kaldıran kişiden öğrendim. Sahadayken neyse ki yaşadığım her bir anlık korkunun sonu iyi geldi. Burkanın içinde kimin ne olduğunu da anlamadığımdan, beni kaldıranın Hikmet Bey’in gönderdiği kurtarma ekibi olduğunu kavramam gerekmişti. Hızlı anlaşmıştık…
Gelenler Fransız askerleriydi. Kabil’in kuzey doğusundan şehre giriş yapacak Amerikan konvoyunda yer alan bir askeri aracın freninin patladığını; freni patlayan aracın, önündeki 4-5 aracın üzerinden geçtiğini; 5 Afganın hayatını kaybettiğini onlardan öğrendim. Dahası Amerikan askerlerinin, kaza yerine toplanan Afgan halkına karşı namlularını doğrulttuklarını söylüyorlardı. Sinirden küplere binmişlerdi. Amerikalılara küfrediyorlardı. Bir de ikide bir bana dönüp, nasıl olduğumu kontrol ediyorlardı. Ya Hikmet Bey’in tembihi gereği ya da sahanın centilmenliğini sergiliyorlardı. Bense, artık güvende olduğumdan emin olduğum için paha biçilmez bir eğitim programının içinde hissediyordum adeta kendimi.
Müttefikler, Amerika’ya tepkili olabilir
Kabil’de bugün yaşananlara o gün öğrendiklerimden çıkarımla bakıyorum. Ve böyle günlerde lafı çok da uzatmanın bir anlamı olduğunu düşünmüyorum. Şöyle ki:
Amerikan Başkanı Joe Biden’ın Afganistan’dan çekilme kararı ve takvimi belli ki tam bir fiyasko ile sonuçlanmakta. Beyaz Saray’dan yapılan yazılan açıklamada yitirilen askerler ve harcanan 1 trilyon dolara vurgu yapılmış. Belli ki burayı gayya kuyusu gibi görüyorlar – kendi hatalarının sorumluluğundan kaçıp, Afgan tarafını top yekün cezalandırarak. Ki tüm bölgenin güvenlik, siyasi ve ekonomik riskleri şu an itibari ile tavan yapmış durumda. Bu keşmekeşin içinde kim, hangi çıkarını, ne oranda kollayabilecek sorunsallı bir durum.
Amerikan Başkanı Biden’ın, devrik Afgan lideri Eşref Gani ile yaptığı son telefon görüşmesinde “Sizden bir halt olmaz” ifadesine denk gelen samimi bir çıkış yaptığı konuşulmakta. Amerikan tarafının bu olanlara bakarak gayya kuyusu gibi gördükleri bu yerde ne kadar kalırlarsa kalsınlar sonucun değişmeyeceği kanaatinde olduklarını da yansıtıyor bu yaklaşım. Ama Fransız askerin tepkisini de anımsayarak rahatlıkla bugün Batı müttefiklerinin Amerika’nın kapasitesizliği, çapsızlığı ile ördüğü bu uluslarasın arenadaki siyasi açmazlara samimi ifadelerini iletiyorlardır.
Amerika gücünü kaybederken, beraberindekilere de zarar veriyor. Afganistan’da yaşadığı bu devasa hezimeti dahi hala reddeden açıklamalar yapmaya devam ediyorlar. Örneğin, Amerikan Dışişleri Bakanı Blinken, Taliban’ı, insan haklarına saygılı oldukları takdirde tanıyacaklarını söyleyebiliyor ya da bu hezimetin Saygon’la karşılaştırılamayacağını ileri sürebiliyor.
Halbuki Amerika, Afganistan çekilme takviminde en son yaptığı güncellemede çekiliş tarihini 31 Ağustos olarak belirlemişti. Bu tarihten iki hafta önce yaşanan bu garabet, Amerika’nın ağır yenilgisi değilse yenilgi ne olabilir diye düşünmek gerekli.
Amerika, eğer ki bugün yaşanan bu can pazarını “Büyük Oyun” uğruna yarattı ise ya da bundan yola çıkarak bu şekilde bir fayda gütmeye meylederse, bu da belki kendisinin uluslararası sahnede gücünün törpülenmesi için müttefiklerinden alacağı dersin ilk yazım günü olabilir – tabii daha önceden o günü kayda geçirmedilerse.
Geçmişin ve bugünün Büyük Oyun’u üzerine
Kısa bir literatür bilgisi vermek belki yerinde olabilir. Büyük Oyun, İngiliz ve Rus imparatorluklarının 19. yüzyılın büyük bölümünde ve 20. yüzyılın başlarında Afganistan üzerinden kapışmalarının adıydı. Afganistan’ın coğrafi avantajlarına kim hakim olursa, o denli imparatorluğun ekonomik ve siyasi gücünü perçinleyeceği kanaatindeydiler. 12 Ocak 1830’da da Lord Ellenborough ve Lord William Bentinck, bu büyük oyunun ilk hamlesini başlattılar. Buhara Emirliğine ticaret yolu açmak istediler. Hedef, iki imparatorluğun arasına Osmanlı ve Pers İmparatorluğunu, Hive Hanlığı’nı ve haliyle de Buhara Emirliğini tampon devlet olarak tanımlamaktı. Taçlandırma da Afganistan ile olacaktı. Afganistan’ı kontrol edenin coğrafi olarak ele geçireceği avantajlara takılmışlardı.
Rusya, Afganistan üzerinden sıcak sulara erişmek ve böylece Orta Doğu ve dünyanın geri kalanıyla deniz ticaretini kontrol etmek istiyordu. Sonuç olarak, Anglo Afgan savaşları, Anglo Sih savaşları ve Anglo Pers savaşları, Rus İmparatorluğu sürekli olarak Orta Asya Devletlerini ilhak ederken; İngiltere’nin Afganistan’ı kontrol altına alması içindi. Büyük Oyun, 1979’da Rusya’nın (SSCB) Afganistan’ı işgal etmesi ile Batı İmparatorluğu ile komünist SSCB arasında yeni bir çatışma dönemiyle sonuçlandı.
SSCB’nin 1988’de Afganistan’dan çekilmesi, Afgan direnişçi grupların çeşitli hizipleri arasında deli bir iç savaş başlattı. Ülke enkaza dönüştü. Ciddi bir güç boşluğu oluştu. Bu koşullar içerisinde Taliban ortaya çıktı ve Afganistan’a çöktü. Batı’ya tepkiden, çağ dışı bir ilkelliğe saptı. 11 Eylül 2001’de Amerika’nın El Kaide hedeflerini bu ülkede bombalamasına kadar da kendi hükümranlığını kurdu. Geçen yirmi yıl içinde ise bölgede yeni jeopolitik ve stratejik denklemler oluştu. Hiçbir şey de iyiye doğru ilerlemedi.
Bugünün Büyük Oyun’u eğer ki Amerika’nın, Rusya ve Çin’i meşgul etmek için bu bölgeyi daha geniş bir kaosa itmesi ise veya buradaki yenilgisinden bu şekilde fayda sağlamak istiyorsa, tarih gösterdi ki her bir yeni dönemeçte işler —planlayıcıların da aleyhine kötü şekilde ilerliyor. Dahası, Batı ittifakı bugün hiç olmadığı kadar Rusya ve Çin konusunda çelişkili stratejik ve taktiksel yaklaşımlarda. Amerika’yı mutlak dinleyen, arkasına sıra sıra dizilen bir müttefik düzinesi yok artık. Evet deyip farklı kalmaya devam ediyorlar. Aynı Almanya’nın, Rusya ile Nord Stream 2 projesine devamı gibi veya AB’nin Çin’le yaptığı ticari anlaşmanın kesintisiz yürümesi gibi.
Türkiye bu işin neresinde?
Tüm bu olanların içinde en ağır faturayı ise ne yazık ki Afgan kadını ödeyecek. 35’inci yaşımı onlarla kutlamak istemiştim. Unutmak istemediğim bir gün inşa etmiştim kendime. Akşamına da Hikmet Bey, Şükriye Barakzai ile tanışmama vesile olan bir yemek vermişti.
Sonrasında Afganistan’ı büyükelçi olarak da temsil eden Şükriye Hanım’ın İngilizcesi beni büyülemişti. Okula gitmeden ve İngilizce yazmayı bilmeden, mükemmel bir yabancı dili vardı. Şükriye Hanım, ABD askerlerinin gelmesi sonrası Afgan kadınlarının nasıl eğitim haklarına, çalışma hayatına karışma cesaretine kavuştuğunu anlatmıştı. Gözlerindeki pırıltı ve mutluluk onu her andığımda kalbimde cız eder. Bugün erkek egemen büyük siyasi düşünürlerin, Afgan kadınlarına atabileceği en sağlam kazığın da yaşandığı gün idi. Yaşadıkları bir kısa rahatlama dönemi sonrası katlanmak zorunda kalacakları yaşam tam bir çilehane…
Bir Türk kadını olarak da bu bölgede Atatürk gibi bir liderin öncülüğünde kurulmuş bir Cumhuriyet’te yaşamanın ayrıcalığına da her geçen gün daha da şükrediyorum. Ne yazık ki emekli büyükelçilerimizden Oğuz Demiralp’in, “Türkiye eksi Atatürk eşittir Taliban” ifadesinin acımasızca doğruluğuna itiraz edemeyeceğim gibi.
Cihatçıların bayram ettiği gün
ABD ve NATO’nun Afganistan’da uğradığı yenilgiyi Taliban dün acımasızca mühürledi. Kabil’de yaşanan sadece bir güvenlik sorunu değil, aynı zamanda bir dine alet edilmiş çağdışı yobazlığın ya da taş kafalılığın hükmünün geri gelişi — hem de geçmişten daha beter riskli halde. Bölgede radikal İslam son buluyor derken, tüm cihatçıların herhalde bayram ettiği gün olmuştur.
Atatürk Cumhuriyetini sonlandırmak isteyenler önce Büyük Ortadoğu Projesi ile Türkiye’nin, Arap Müslüman ve eski Osmanlı topraklarında birleştirici olacağını ve liderlik edeceğini söylediler. Denendi. Yalan oldu. Şimdi de sanki aynı merkezler Türkiye’nin, Afganistan üzerinden bölgedeki tüm Türki Cumhuriyetlerin ve halkların hamiliğine soyunabileceğini pompalıyorlar. En büyük Türkiye gazını da harlı harlı vererek.
Başka zamanda, başka koşullarda belki denenebilecek bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir. Bugünün gerçekleri karşılığında ise buna kalkışmak sadece memleketimizde güvenliği riske atmakla kalmaz, ekonomik olarak da altından kalkamayız. Dolduruşa gelmeden, sadece anakaranın ihtiyaçlarına odaklanalım. Irak, İran ve Suriye sınırlarına güvenliği arttıralım. Afganistan’d ki olası iç savaştan ülkemize yeni göç dalgası almayalım. Afgan kadınlarına üzülebiliriz ama Türk siyasi ve askeri erklerinin önceliği Türk kadınını ve insanlarını korumaktır. Aman kaos vakti öncelikleri ve yolu şaşırmayalım.