Yıllardır cari işlemler açığı veren herhangi bir ülkenin merkez bankası –elbette bizim Merkez Bankası da- uygulayacağı politikalarla ülkesini kalıcı olarak cari işlemler fazlası veren bir ülke haline getirebilir mi?
Bu sorunun önemi sanıyorum yeteri kadar açık. Ben dinlemedim; basında ve sosyal medyada yer alan haberlerin yalancısıyım: Merkez Bankası (TCMB) Başkanı Şahap Kavcıoğlu 28 Ekim günü yaptığı sunumda tam da bunu iddia etmiş.
Kur-ihracat
100 liraya ürettiğimiz bir malın dolar karşılığı 1 dolar 5 lirayken 20 dolar ediyor. Döviz kuru 10 lira olursa yabancılar açısından fiyatı 10 dolar olacak; ucuzlayacak. Dolayısıyla döviz kurunun yükselmesi (paramızın değer kaybetmesi) ihracatımızı artırıyor.
Ama kur artarken üretim maliyetlerimiz de artıyor. Taşıma maliyetleri, enerji fiyatları, üretimde kullanılan diğer girdilerin fiyatları ve benzer maliyetler yükseliyor. Dolayısıyla, kurdaki artışın mallarımızı yabancılar açısından ucuzlatmasıyla sağlanan rekabet artışının bir kısmı, artan enflasyon ile ortadan kayboluyor.
Sormanın tam zamanı: Kur artışı Türkiye’de enflasyona ne ölçüde yansıyor?
Kur-enflasyon
Zamanın iki TCMB ekonomistinin (Hakan Kara ve Fethi Öğünç) 2008’de yayınladıkları bir çalışmanın sonuçlarına göre, 2001 krizinden önceki yüksek enflasyon döneminde döviz kurundaki %1’lik bir değişim enflasyonu 0,6 puan etkiliyordu. Dalgalı döviz kuruna geçildikten sonra etki giderek azaldı ve 0,3 puana düştü. Daha sonra yapılan çalışmalar bu etkiyi yaklaşık 0.10-0,15 puan olarak hesapladılar. 2018’den itibaren enflasyon tekrar yükselmeye başladı. Yeni çalışmalarda son zamanlarda etkinin 0.50 puana kadar yükselmiş olabileceği yolunda bulgular var.
Bir de şunu düşünün: Yüksek enflasyonun yaşandığı bir ülkenin merkez bankası ihracatı artırmak ve cari işlemler hesabını düzeltmek için parasını değersiz kılmaya çalıştığını açıklar ve enflasyonun ancak cari işlemler düzeldikten sonra düşeceğini belirtirse, o ülkede enflasyonun çıpası kalmaz. Çıpası kopan teknenin nasıl açık denize doğru sürüklenmesi tehlikesi varsa, benzer biçimde enflasyon da sürüklenir (yükselir). Bu ortamda döviz kurundaki artışlar daha sık ve daha yüksek oranda enflasyona yansıtılır.
Kısacası, haydan gelen huya gider; kur artışıyla gelen rekabet avantajı artan maliyetlerle ortadan kalkar.
Kur-ithalat-ithal ikamesi
Kur artışının cari işlemler üzerine tek etkisi ihracat ile olmuyor elbette. İthalat da önemli. Kurun artması açık ki ithalatı pahalılaştırıyor. Peki, bu durumda ithalatımız belirgin biçimde düşer ve cari açık azalır mı?
Tüketim malları ithalatını azaltacağı açık kur artışının. Ama ithalatımızın ağırlıklı kısmı ara malı (%75,2) ve yatırım malı ithalatı (%14,6). Yurtiçinde üretmediğimiz sürece, üretim ve yatırım için bunları ithal etmemiz gerekiyor.
Peki, ithalatın pahalılaşması en azından bunların bir kısmını yurtiçinde üretmemize yol açar mı? Yani, ithalatın bir kısmını yurtiçi üretimle ikame edebilir miyiz? Açık ki bir çırpıda olacak bir şey değil; ancak yeni bir ekonomik program çerçevesinde yapılacak planlamayla orta vadede ulaşılabilecek bir sonuç. Kaldı ki, birincisi, ortada böyle bir planlama/program yok. İkincisi, enerji ithalatçısıyız. Son bir yıllık ithalatımız 40 milyar dolar ve toplam ithalatımızın %15,2’si. İthalatın bu kısmına pek yapabileceğimiz bir şey yok.
Kur-risk
Bir de şu var ve en az yukarıda belirttiklerim kadar önemli: Enflasyonu önemsemeyen, onun yerine parasına değer kaybettirmeye çalışan bir para politikasının uygulandığı ülkede, şirketler kesimi ile ülke hazinesinin döviz cinsinden bayağı bir borcu varsa o ülkenin riski artar. Zira döviz borcu olanların durumu kurun sıçramasıyla bozulur. Durumu (bilançosu) bozulanın ödeme kabiliyetinin sorgulanacağı ve dolayısıyla riskinin artacağı açık olmalı. Riskin artması, borçlanma faizlerinin artması demektir. Döviz borçlularının durumu bir de yüksek faizle borçlanmak zorunda kalmaları nedeniyle darbe yer. Darbe yiyen şirketlerin üretim ve istihdam düzeyleri olumsuz etkilenir.
Öte yandan ülkenin hazinesinin darbe yemesi, bütçesinin bozulması demektir. Hazine, bir yandan artan kur bir yandan artan borçlanma maliyeti nedeniyle diğer bütçe kalemlerinden kısmak zorunda kalır. Ya da bütçe açığının giderek artmasına katlanmak durumunda bulur kendini. İlki kamuya daha az hizmet, daha az maaş artışı, daha az yatırım vb. demektir. İkincisi ise daha yüksek risk, daha yüksek faiz, daha yüksek açık… Yani, “yüksek risk-yüksek faiz-yüksek bütçe açığı-yüksek risk-yüksek faiz” sarmalı.
Riskin ve enflasyonun artması öte yandan döviz ve altın talebini yükseltir. Bunların önemli bir kısmı ekonomik sisteme girmez; yastık altında tutulur. Yani, tasarrufların giderek artan bir kısmı bankacılık sistemine girmez. Girmediği için de bankaların kredi açabilecekleri kaynakları azalır. Zaten tasarruf düzeyi düşük olan bir ülke için bu önemli bir sorundur. Altın talebinin yükselmesinin altın ithalatını artırarak cari açığı yükselteceğini de not etmek gerekir.
Enflasyon-ücret-gelir dağılımı
Enflasyonun giderek yükselmesi ile ücret, maaş ve gelirlerini en azından enflasyon kadar artıracak pazarlık gücü olmayan geniş halk kitlelerinin alım güçleri düşer. Fakirleşme artar ve gelir dağılımı bozulur.
Kur artışı nasıl girdi maliyetlerini yükseltip rekabet gücünü azaltıyorsa, alım gücünü desteklemek için (ya da seçim yaklaştığı için) yapılacak ücret ve maaş artışları da gider üretim maliyetlerini yükseltir ve ülkenin rekabet gücünü törpüler. Tam da “şimdi biz neden kuru artırmaya çalıştık?” durumu oluşur. Kaldı ki bu ortamda artan işsizlik ve hayat pahalılığı nedeniyle salt ‘bayramlık’ ücret ve maaş artışlarıyla yoksulluk önlenemez.
Ne yazık ki mevcut koşullarda cari işlemler fazlası vermeyi amaçlayan bir para politikası uygulamak Türkiye’nin ekonomik sorunlarını ağırlaştırmakla eş anlamlı. Yine aynı dilek: Umarım yanılıyorumdur.
Son soru: Verimliliğini artırmak yerine mallarını ucuzlatmaya çalışan bir ülkede yaşayanların refahı artar mı? İleride ele almak umuduyla…