Sonunda ben de Covid-19 mağdurları arasındaki yerimi almış bulunuyorum. Böylece, son birkaç aydır sıkça sorduğum “Herkes korona oldu, benim gibi o kadar hareket halinde olan biri nasıl olmadı” sorusunun yanıtını da almış oldum!
Vaka sayısı yüz binlere yaklaştığında, o kadar riskli durum yaşamışken değil de, rakam on binlere düştüğünde virüse yakalanmak biraz tuhaf geldiğinden bu gerçeği kabul etmem zor oldu.
Korona ile Yüzleşme
Her şey, kardeşimin ameliyatı nedeniyle tüm aile bir arada iken başladı. Bir halsizlik, bir yorgunluk, bir kas ağrısı geldi yapıştı. Bana kalsa grip olmuştum ama ablalar şüpheliydi. Hani, “Ne biçim horluyorsun” dendiğinde, “Ben asla horlamam” diye itirazlanmak vardır ya, ben de “Sen korona olmuşsun” iddialarına karşı tüm gücümle direndim. Üstelik, nerede nasıl üşütmüş olduğuma dair, yer, mekan bilgileriyle nokta atışı argümanlar dahi ortaya koydum.
Kim ne derse desin, nedense koronayı kendime konduramıyordum. Ben griptim! Sözlü itirazla yetinmeyip, eyleme geçtim ve grip iğnesi yaptırmak için doktora gittim. İğne yaptırma girişimlerim sonuçsuz kalsa da grip ilaçları alıp dönerken bir şey dürttü ve Covid testi yaptırmaya karar verdim. Bir amacım koronaya yakalanmışsam kimseyi tehlikeye atmamaksa, diğeri de negatif test sonucunu alıp, dosta düşmana, “Ben söylemedim mi, ‘korona değilim’ diye. İşte buyurun” demekti.
Neyse, testi yaptırıp akşam üstü eve geldiğimde, üstümdeki ağırlık ve halsizlikle yatıp uyudum. Bir saat kadar sonra uyandığımda boğazımda bir ağrı hissettim. Geçmişte gribe yakalandığımda böyle bir şey olmamıştı. Kafama bir “Acaba” gelip yerleşti. Yoksa, yoksa, ben değil de “Koronasın” diyenler mi haklıydı? Panikle kalktım.
Doğru karantinaya…
İşin ilginç tarafı, korona şüphesiyle yataktan kalkmamla telefona mesaj gelmesi bir oldu. Sağlık bakanlığımız, kibarlıktan mı, beni üzmemek için mi bilmem, direkt “Sen koronasın” dememiş, “İzolasyon süreciniz başlamıştır” diye yazmıştı.
Mesajda belirtildiği gibi telefondaki HES uygulamasına baktım. Oraya da kayıt düşülmüş, izolasyon süresi belirtiliyordu. Mahcup mahcup kardeşlerime, korona olduğumu söyledim ve “Biz demedik mi sana” bakışları altında daha fazla ezilmemek için odamın kapısını kapatıp kendimi karantinaya aldım. O arada, durumu kurtarmak için, kaybettiği maça bahaneler bulanlar gibi, “Şuradan bulaştı, buradan bulaştı” gibi sözlerle kendimi aklama çabasına da girmedim değil tabii…
Yine aynı dakikalarda mesajla yetinmeyen Sağlık Bakanlığı, bu kez telefonla aradı. Memnun oldum. Çünkü devletimiz, tüm iddiaların aksine halkının sağlığıyla ilgileniyordu işte. Telefondaki hanımefendi bir hafta izole olmam gerektiğini söylüyordu. Her nedense iki haftalık izolasyon süresi bire düşürülmüştü. Bunu biliyordum. Hatta bu karar açıklandığında, “Demek ki, halkımızın inadı ve cesareti Korona’nın hakkından gelmiş” demiştim. Yoksa iki senedir, iki haftadan önce atlatılamayacağı söylenen bu illetin karantina süresi neden bir haftaya düşürülsündü?
Hastaya tercih hakkı!
Tekrar telefondaki hanımefendiyle konuşmaya döneyim… Bir, iki cümleyle, izolasyon süresini anlattı. Özel bir ilaç verilip verilmeyeceğini sordum. Geçen yıl öyle bir uygulama vardı çünkü. Ama hemen anladım ki, gereksiz bir soruydu. “Gel de buna dert anlat” gibi bir ses tonuyla, ilaç dağıtma işinin de değiştiğini anlattı. Ben nedenini sorgulamaya başlarken, araya girdi:
-İlaç mı istiyorsunuz?
-İyileştirecekse niye istemeyeyim?
Baştan toparlayamadı durumu, sonra baklayı ağzından çıkardı. İlaçlar işe yaramıyordu. Peki, yaramıyorsa neden bunca zaman evlere ilaç dağıtılmıştı?
-Artık özellikle istenmiyorsa verilmiyor, deyip işin içinden çıkmak istedi.
Ama ben üsteliyordum. Konu ilaçtan çıkmış, bu değişikliği sorgulamaya dönmüştü. Baktı olmayacak,
-Çok istiyorsanız arkadaşlar ilaç getirsin, dedi.
Bana faydası olmayacak ilacı ne yapacaktım?
-İşe yaramıyorsa boşa yorulmasınlar, demek zorunda kaldım.
Memnun oldu. Yine de görevlilerin eve gelmesini isteyip istemediğimi tekrar sordu. Anlaşılan kayıtlara geçmesi için benden onay cevabı istiyordu. Daha fazla uzatıp canını sıkmak istemedim.
-Gelmesinler, dedim.
Rahatladı. Kapattık.
Birkaç dakika sonra telefona yeni mesaj geldi. Bir sağlık görevlisinin beni evde ziyaret edeceği yazıyordu. Üstelik görevlinin ismi bile vardı mesajda. Ama geç kalmışlardı. Az önce biz o konuyu halletmiştik. Standart uygulama nedeniyle mesaj gelmişti. Kayıtlara ilaç istemediğim geçirilince gelen giden olmayacaktı.
Bakanlık kararıyla tahliyesine…
Artık odasına mahkûm biri olarak yaşamaya kendimi alıştırmalıydım. Gerekli vitamin takviyelerini yapıp bekleyecektim. Ama kolay değildi. Zaman geçmiyordu. Bardağın dolu tarafına bakmaya çalışıp, “Karantina sayesinde yazıp, çizmeye, okumaya daha çok zaman ayırırım” desem de halsizlikten sadece yatmak istiyordum. Üç kez aşı olmasam ne olurdu kim bilir?
Ablaların yakın ilgisiyle süreci nispeten iyi geçirsem de ertesi gün bunalmaya başlamıştım. İkinci ya da üçüncü gündü, bir telefon daha geldi. Ankara’dan aranıyordum. Nazik bir hanımefendi durumumu soruyordu. Ağırlaşıp ağırlaşmadığımı anlamaya çalışıyorlardı belli ki. Şükür, ağır bir durumum yoktu. Belli olmuştu ki, hapis hayatıyla geçirecektim süreci. Bu yüzden asıl odaklandığım konu, ne zaman normal hayata karışabileceğimdi. Kendim az çok bilsem de yine de resmi ağızdan duymak için izolasyondan ne zaman çıkabileceğimi sordum…
-Bir hafta sonra karantinadan çıkabilirsiniz.
-İyi de bu süre iki haftaydı, neden bire düştü?
Varsa bir mantığı öğrenmek istiyordum. Ama “Artık öyle” demekle yetindi. İşime gelirse, gibi bir şeydi. Yine de “Nasıl öyle” diye üsteledim. “Bakanlık kararı” dedi. Demek ki bakanlık bir karar verince mesele halloluyordu.
Zaten boş yatmaktan canım sıkılıyordu, uzattım:
-Peki, ben bir hafta sonra dışarı çıksam ama negatife dönmemişsem ne olacak?
-Onu bilemem.
-O zaman bir haftanın sonunda test yapmanız gerekir
“Sen ne kadar da akıllısın” demedi ama süreç sonrası test yapılmadığını da açık net söyledi.
-Negatife döndüğümü bilmeden karantinadan çıkar da başkalarına bulaştırırsam ne olacak” diye itirazlandım.
-Onu arayıp bakanlığa sorun.
Fahrettin Koca’yı arayıp bunu konuştuğum sahne gözümde canlandı.
-Bunun için ayrıca telefon mu edeceğim yani?
Zamanım boldu nasılsa. Devam ettim:
-Peki ben haftaya kendim kalkıp hastaneye gidip test yaptırsam?
Belaya çatmıştı.
-Test bir kişiye bir kere yapılıyor. Boşa gitmeyin.
Nasıldı yani? Gidip, “Ben hala korona mıyım, bir bakın” desem. Geri mi çevireceklerdi?
Aynen öyleymiş.
-Kayıtlardan daha önce test yaptırdığınız ortaya çıkacağı için yeniden yapmazlar.
Ama çok istiyorsam özel hastanelerde test yaptırabilirmişim. (Tabii 250 TL karşılığında). Anlaşılmıştı. Kapılarına bile dayansam nafileydi.
Virüs bulaştırma özgürlüğü
İşin özeti, başkasına bulaştırıp bulaştırmama işine devlet artık karışmıyordu. Herkes kendi başının çaresine bakacaktı. Sorumlu vatandaş isen, izolasyon sürecini kendin tamamlayacaktın. En kötü Korona günlerinde aşı için zorlayıcı önlemler almayan getiremeyen devlet, tabii ki şimdi bununla uğraşmayacaktı. Zaten HES kodu zorunluluğu da kalkmıştı. Ben bırak bir hafta beklemeyi, bugün bile çıkıp şehir içi ya da şehirler arası canımın istediği her yere gidebilir, herkese özgürce virüs bulaştırabilirdim. Kontrol eden yoktu.
Omuzlarıma yüklenen derin sorumluluk altında, devletimizi dinlemeyip, iki haftayı doldurmadan odamdan çıkmayacaktım. Düşünecek o kadar çok zaman vardı ki, korona rakamlarını takip etmeye, karşılaştırmaya başladım. Nisan başı itibarıyla başlangıcından bu yana hastalığa yakalananların sayısı 15 milyona, vefat edenlerin sayısıysa 100 bine yaklaşmıştı. Nisanın ikinci haftasında test sayısı ortalama 180-200 bin civarında ve yeni vaka sayısı 10 binlerin altında seyrediyordu. Sevindirici bir düşüştü. Avrupa’daki rakamlarla kıyaslayınca şaşırdım. Aşıyı bulanlar değil de biz koronanın hakkından geliyorduk. Ama TÜİK’in ilan ettiği şu meşhur düşük enflasyon rakamlarını hatırlayınca insanın aklına kurt düşüyor, şu örneği hatırladığımda kafamdaki şüpheler artıyordu:
AIDS’İ yenmedik mi, korona kim?
Yıllar önceydi… Televizyon ana haberlerinin kıyasıya rekabet ettiği günler. Bir yanda Reha Muhtar, diğer yanda Ali Kırca, Uğur Dündar, Ufuk Güldemir… Kare asın kapışması haberde engel tanımıyordu. Bir akşam bir muhabir kızımız, müşteri bekleyen hayat kadını rolüne girmiş, İstanbul E-5’te yol kenarına konuşlanmıştı… Amaç halkımızın AIDS tehlikesine karşı farkındalığını artırmaktı… Gizli kamera kayıttaydı… Bir araba acı bir frenle yanında durdu. Camdan kafasını çıkaran delikanlı sırıtarak hemen pazarlığa girişti… Görev bilincindeki kızımız baştan uyardı.
-Ama ben AIDS’liyim.
Delikanlının umurunda değil.
-Ee, ne olmuş yani?
-AIDS virüsü taşıyorum yani.
-Olsun yavrum, sen atla arabaya.
-Anlatamadım galiba, sana da AIDS bulaştırırım.
-Yav ben askerim, izinden geldim. Asker adama AIDS işler mi!
İçimizdeki pozitifler
Bizim virüsle, mikropla şunla bunla mücadelemizi özetleyen bu diyalog, koronavirüs günlerinde de benzer vurdumduymazlıkla sürmedi mi? Parti kongrelerine, oraya buraya binlerce insanı toplamadık mı? Şu anda yasakları, sınırlamaları, maske mecburiyetlerini vs kaldırmadık mı? Toplu iftar ve sahurlarda herkes iç içe değil mi? İşte testi pozitif çıkmış bana, “Bir hafta sonra çık dolaş kardeşim” denilmedi mi?
Peki nasıl oluyor da o kadar titizlenen ülkelere göre vaka sayımız bu kadar az olabiliyor?
Resmi rakamlara göre oluyor. O zaman “Vallahi bravo” demekten başka ne diyelim? Sadece şunu ekleyeyim… Siz, siz olun, kimseye güvenmeyin, kendi tedbirinizi kendiniz alın.
Son olarak, şahsımın durumuyla yazıyı noktalayayım. Devletimizin “Faydası yok” diye vermediği ilaçların yerine kendim eczaneden bol miktarda vitamin ve benzeri bağışıklık güçlendirici ilaçlar aldım. Üç aşı olmamın da etkisiyle ağırlaşmadım. Şimdi iyiyim.
Karantina odamın penceresinden, “Şu dışarıdakilerin kaçı test yapılmadığı için virüs taşıdığını bilmeden dolaşıyor” diye sokağı seyrediyorum. Ve “Herkes başının çaresine baksın” sisteminin sonunun nasıl geleceğini merakla bekliyorum.