Hong Kong’da demokrasi ve özgürlükler alanının giderek boğulması sürecinde, 8 Mayıs’ta yeni bir eşik aşıldı. 2019 yazı protestolarının aşırı güç kullanılarak bastırılmasında dönemin Emniyet Teşkilatı Başkanı olarak birinci derecede rol oynamış John Lee kentin yeni Tepe Yöneticisi oldu. Lee’ye Seçici Kurul’dan yalnızca 8 karşı oy çıktı.
John Lee’nin kentin başına getirilmiş olması Hong Kong’un geleceği açısından olduğu kadar Dünya siyaseti açısından da kritik bir gelişme. Hong Kong, 1 Temmuz 1997’ye kadar Britanya’dan atanan İngiliz valiler tarafından yönetilen bir sömürge-kentti. Yaklaşık 1,500 üyeden oluşan bir Seçici Kurul tarafından 5 yıllığına seçilerek göreve gelen Tepe Yöneticisi (Chief Executive) makamı egemenlik devrinden sonra ortaya çıktı. Bugüne kadar görev yapan dört Tepe Yöneticisi iş dünyası ya da bürokrasiden gelen isimlerdi. Tümü Pekin yönetimine yakın olmakla birlikte, Hong Kong kimliğine ve kentin yarı özerk statüsüne bir ölçüde alan açma çabası sergiliyorlardı.
John Lee’nin Pekin yönetimine bağlılığı diğerlerinden daha güçlü gözüküyor. Milliyetçi görüşleri ve sertlik yanlısı tutumu nedeniyle Pekin tarafından özel olarak tercih edildiği anlaşılan John Lee, bundan bir yıl önce 2021 Haziran’ında kentin mevcut Tepe Yöneticisi Carrie Lam’in yardımcısı olarak atanmış, kentin iki numaralı en güçlü ismi konumuna getirilmişti.
Bu çerçevede Lee’nin yöneticiliği, hem Covid-19 salgını hem de Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle değişen güç dengeleri bağlamında Çin’in konumunu değerlendirirken de dikkate alınması gereken bir gelişme.
Değişen Dengeler Karşısında Çin
Rusya’nın Ukrayna işgalinin küresel güç dengelerini nasıl değiştireceği tartışılırken gündeme gelen konulardan biri, ABD dış politikasının Barack Obama döneminden bu yana benimsediği Çin’in gelişimini kontrol altına alma hedefinin bu savaştan nasıl etkileneceği. Çin’in beklenenden uzun süreceği anlaşılan savaş karşısında nasıl tutum alacağı, Rusya ile ilişkilerinin nasıl şekilleneceği de çokça tartışılan sorular. Pek çok gözlemcinin fikir birliği içinde olduğu husus, Ekim ayında gerçekleşecek Komünist Parti Kongresi’nde üçüncü kez devlet başkanlığına getirilmesi beklenen Şi Jinping’in, sonbahara kadar meşruiyetine gölge düşürebilecek risklerden kaçınarak dengeli bir politika izlemeye çalışacağı. Bu çerçevede, Covid-19 salgını ve Rusya-Ukrayna savaşı Pekin yönetimi açısından potansiyel risk alanı olarak öne çıkan temel meseleler.
2020 yılının Ocak ayında Çin’in Wuhan kentinde ortaya çıkmasının ardından küresel çapta yayılan Covid-19 salgınını kontrol altına almada Çin’in uyguladığı “Sıfır Covid” politikası başlangıçta başarılı oldu ve örnek gösterildi. Ancak Omikron varyantının ortaya çıktığı 2021 sonunda tam da dünyanın pek çok yerinde toparlanma ve normal hayata geçiş başlamışken, Çin kentleri artan vaka sayıları nedeniyle art arda kapanmaya başladı, Şanghay bir aydan uzun süre kapalı kaldı. Uygulanan sert önlemlerin insanlarda yarattığı hoşnutsuzluğa karşın Pekin yönetimi “Sıfır Covid” politikasında ısrar etmeyi sürdürüyor. Bu politikanın başarısız olma olasılığı yalnızca sebebiyet vereceği itibar kaybı anlamında değil, yaratacağı büyük ekonomik maliyet anlamında da önemli bir risk alanı oluşturuyor.
24 Şubat’ta Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle başlayan savaş, Pekin yönetimi için bir diğer potansiyel risk alanı olarak değerlendiriliyor. Savaşın hemen öncesinde 2022 Kış Olimpiyat Oyunları’nın açılış töreni için Pekin’e gelen Vladimir Putin, Şi Jinping ile kapsamlı bir ekonomik ve siyasi iş birliği anlaşması imzaladı. ABD egemenliğindeki tek kutuplu dünya tasarımına karşı Çin ile Rusya’nın ortak stratejik hedefler çerçevesinde birlikte hareket etme kararlılığını ortaya koyan anlaşma, “küresel düzende yeni bir çağ” ilan edecek, Çin ile Rusya arasındaki iş birliğinin “sınırlarının olmadığı” ifadesine yer verecek denli iddialıydı.
Rusya’nın Ukrayna işgali Olimpiyat Oyunları’nın kapanış töreninden dört gün sonra başladı. İşgalin ilk günlerinde bunun kısa süreli ve dar kapsamlı bir savaş olacağı beklentisi ağır basıyordu. Kiev’deki Zelenski hükümetinin etkili bir müdahaleyle kısa sürede devrilip yerine Rus yanlısı yeni bir hükümet kurulacağı ya da işgalin ülkenin doğu bölgeleriyle sınırlı kalacağı düşünülürken, Ukrayna’nın Rusya’ya siyasi ve askeri olarak önemli ölçüde zarar veren bir direnç göstermesi hesapları değiştirdi. ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin’in Nisan sonunda Zelenski ile görüşmesinin ardından yaptığı Rusya’nın askeri kapasitesinin bir daha böyle bir işgal girişimine girişemeyecek kadar zayıflatılmasını istedikleri yolundaki açıklaması, Biden yönetiminin strateji değişimine gittiği, savaşın beklenenden uzun süreceği algısını güçlendirdi.
Ukrayna ve Tayvan Arasında Kurulan Paralellik
Rusya’nın Ukrayna işgalini başlatmasının üzerinden bugün üç aya yakın zaman geçmişken, savaşın kapsamı ve süresiyle ilgili Çin yönetiminin de muhtemelen hesap hatası yapmış olduğu, savaşla birlikte ortaya çıkan belirsizlik durumuna hazırlıksız yakalandığı yorumları yapılıyor. Uzayan savaş koşullarında Çin, Batı tarafından Rusya’nın yanında konumlandırılarak Rusya’ya karşı uygulanan ekonomik ve siyasi yaptırımların hedefi haline getirilmekten çekiniyor. Aynı zamanda, uzayan savaşın kendi ticaret ilişkilerine zarar vereceği, büyüme hızını yavaşlatacağı endişesini taşıyor. Dolayısıyla, Şubat ayında Çin ve Rusya arasında imzalanan kapsamlı işbirliği anlaşmasına karşın gözlemciler Pekin yönetiminin doğrudan Rusya destekçisi olarak görünmekten kaçındığı, Rusya yanlısı söylemlerden uzaklaştığı, daha temkinli ve dengeli bir politika yürütmeye çalıştığı yorumunu yapıyor.
Rusya’nın Ukrayna işgalinin Çin’i zor durumda bırakmasının bir diğer nedeni uluslararası kamuoyunda Ukrayna ve Tayvan arasında kurulan paralellik. Çin bu paralelliğin gündeme getirilmesinden duyduğu rahatsızlığı savaşın ilk haftasının ardından üst perdeden dile getirdi. Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi, 7 Mart’ta Beijing’de yabancı basın kuruluşlarına yaptığı yıllık bilgilendirme toplantısında Tayvan meselesinin Ukrayna’dan temelden farklı olduğunu, Ukrayna’da iki ülke arasında gelişen bir durum söz konusuyken, Tayvan’ın sadece bir iç meseleden ibaret olduğunu söyledi. Öte yandan gözlemciler Batı’nın Rusya’ya karşı hızla bir araya gelerek gösterdiği ortak tavır ve uyguladığı sıkı yaptırım politikasının Çin’in Tayvan’ı ilhak etme arzusu üzerinde ister istemez caydırıcı etki yarattığı görüşünü dile getiriyor. Nitekim savaşın uzamasıyla Pekin yönetimi Tayvan’la ilgili söylemlerinin tonunu düşürmeye, daha savunmacı bir çizgiye çekilmeye yönelmiş görünüyor.
Rusya-Ukrayna savaşının yarattığı belirsizlik Pekin yönetimini zorlar ve daha dengeli bir tutum almaya sevk ederken, bu koşullar altında iç kamuoyuna yönelik güçlü, tavizsiz ve kararlı duruş sergileyebilmek, milliyetçilik konusunda gövde gösterisi yapmak için elverişli saha olarak Hong Kong’un öne çıktığını söyleyebiliriz.
Salgın Sonrası Hong Kong
Covid-19 salgınıyla ortaya çıkan olağanüstü koşullar, geçtiğimiz iki yılda dünyada demokrasinin gerileyişini hızlandırırken, pek çok yerde otoriter yönetim anlayışının zemin kazanmasına neden oldu. Hong Kong kuşkusuz bu durumun en dramatik biçimde yaşandığı kentler arasındaydı.
Salgının hemen öncesinde, 2019 yazında Hong Kong tarihindeki en büyük ve yüksek katılımlı (7.5 milyonluk kentte 2 milyon kişi sokağa indi) protesto gösterileriyle sarsılmaktaydı. Demokrasi talebiyle üniversite kampüslerini işgal eden öğrencilerin aşırı güç kullanan polise karşı verdiği mücadelenin çarpıcı görüntüleri her gün uluslararası basının manşetlerinde yer alıyor, uluslararası haber kanallarından canlı olarak yayınlanıyordu.
Covid-19 salgını kente ulaştığında protestolar halen sürmekteydi. Bu noktada sağlık krizinin yarattığı olağanüstü durum, kent yönetimi açısından protestoları tamamen bastırmak için fazlasıyla elverişli bir ortam yarattı. “Sıfır Covid” politikasını benimseyen Hong Kong’da kapanmaya gidilmedi. Buna karşın seyahat sınırlamaları ve kamusal alanın kullanımı engelleyen sert kısıtlamalar uygulandı. İki yıl boyunca dört kişiden kalabalık grupların bir araya gelmesini yasaklayan uygulamalar yürürlükteydi. Sağlık önlemlerinin nerede bitip siyasi yasakların nerede başladığının birbirine karıştığı bir ortamda demokrasi yanlısı kişi ve kuruluşları tamamen etkisizleştirmeyi, hatta yok etmeyi hedefleyen bir politika yürütüldü.
2020 Haziran ayında, kent yönetimi Hong Kong’da Çin’in ulusal güvenliğine tehdit oluşturabilecek ayrılıkçılık, bölücülük, kalkışma, terör gibi eylem ve etkinliklerin suç sayılması hükmünü içeren Milli Güvenlik Yasası’nı yürürlüğe soktu. Yasada son derece geniş ve sınırları belirsiz biçimde tanımlanmış bu fiiller kentteki muhalif sesleri susturmak için kullanılırken, izleyen aylarda pek çok sivil toplum kuruluşu, siyasi parti, insan hakları örgütü, sendika ve haber platformu kapatıldı, onlarca demokrasi yanlısı siyasetçi, hukukçu, gazeteci, öğrenci, iş insanı tutuklandı, haklarında davalar açıldı. Aynı süreçte, 15 Eylül 2020’de yapılması gereken Yasama Kurulu seçimleri salgın gerekçe gösterilerek 15 ay ertelendi. Bu sürede seçim sistemi değiştirildi. 19 Aralık 2021’de seçimler nihayet yapıldığında kent halkının demokrasi taleplerinin ifade kanallarının artık tümüyle tıkanmış olduğuna dair kuşkusu kalmamıştı. Nitekim 19 Aralık seçimleri seçmenlerin yalnızca yüzde 30’unun sandığa gittiği rekor düzeyde düşük katılımla gerçekleşti ve “Hong Kong’u vatanseverler yönetecek” sloganıyla kampanya yürüten Pekin destekli adayların Yasama Kurulu’nda koltukların tamamına yakınını ele geçirmesiyle sonuçlandı.
Tüm bunların üstüne, “Sıfır Covid” politikası gerekçe gösterilerek dayatılan olağanüstü koşullara karşın, Omikron dalgası Hong Kong’u sert biçimde vurdu. Zira iki yıldır sıkı kısıtlamalar altında yaşayan kentte, yaşlı nüfusun aşılanması konusunda yeterince hassasiyet gösterilmemişti. 2022 Mart’ında Hong Kong, dünyada salgının başından beri kayda geçen en yüksek haftalık ölüm oranına ulaşılan kent oldu.
Yeni Dönem: 1 Temmuz’a Dikkat!
Hong Kong’un ilk polis kökenli Tepe Yöneticisi yeni görevini resmi olarak 1 Temmuz’da devralacak. Kentin Britanya’dan Çin’e devredilmesinin 25. yıldönümünün kutlanacağı 1 Temmuz, sonbahardaki Komünist Parti Kongresi öncesi dikkatle izlenmesi gereken bir tarih. Egemenlik devrinin 25. yıldönümü milliyetçi bir güç gösterisine mi dönüşecek, yoksa daha ılımlı ve düşük profilli bir tören olarak mı kalacak? 1 Temmuz’da yaşanacaklar, Hong Kong’un geleceğinin güvenlikçi ve sertlik yanlısı bir yönetim altında nasıl şekilleneceği sorusu kadar, Çin’in değişen güç dengeleri bağlamında dünyaya vermek istediği mesaja ilişkin de önemli ipuçları sunabilir.