Dış politikada haklı olmak veya karşı tarafın haksız olması yeterli değildir. Sonuçta, haklı olduğunuzu iyi savunmak ve karşınızdakinin haksızlığını iyi anlatmak durumundasınızdır. Muhatabınızı anlamanız, onun hangi yetenek, amaç, öncelik ve beklentiler içinde hareket ettiğini de düşünmeniz gereklidir.
Ayrıca, içi boş hamasi söylemleri kullanarak kitleleri heyecanlandırmakla, sonuç almak ve çıkarları korumak arasında herhangi bir ilişki bulunmadığını, duygusallığın bir dış politika tarzı ve yöntemi olarak çok maliyetli olduğunu bilmeniz zorunludur.
En büyük hatalardan birisi de dış siyaseti, iç siyasete, tabanın duygularına ve desteğine, ideolojik saiklere göre yapmaktır. İdeoloji esaslı diplomasi, zaman içinde, sizi bütün sorunların tarafı haline getirir. Giderek yalnızlaşır, dostlarınızı ve müttefiklerinizi kaybetmeye başlarsınız.
Hayati önem taşıyan bir diğer husus da muhatabınızın en az sizin kadar akıllı olduğunu kabul ederek hareket etmeniz, dış politikanızı kısa değil uzun erimli çıkarlara öncelik veren bir yaklaşımla belirlemeniz gerekliliğidir.
Haklı iken haksız konuma düşmemeli
Dış politikanın bu temel ilkelerini göz ardı ederek adım attığınızda, istediğinizi elde edemediğiniz gibi haklı olduğunuz halde beklenmedik kayıplara uğrayabilir ve mahcup olabilirsiniz.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, terör örgütü PKK’ya uzun suredir destek vermekte oldukları gerekçesiyle, Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya üyelik başvurularına olumsuz yaklaştığımıza dair son ifadeleri uluslararası plânda geniş yankı yarattı.
PKK unsurlarının Finlandiya ve özellikle İsveç’te yıllardır korunup, kollandıkları bir sır değil. Dolayısıyla, bu iki ülkenin NATO’ya üyeliklerine onay vermek için PKK’ya sağladıkları desteği sonlandırmalarını şart koşmanın yanlış olduğunu kimse söyleyemez. Ancak, bunun dile getiriliş yönteminin isabeti ve pazarlıktan beklediğimiz sonucun alınıp alınamayacağı cayi sualdir.
Pazarlık uluslararası ilişkilerin doğasında bulunur. Bununla beraber, eşit ortağı olduğunuz bir ittifak içinde bu tür pazarlıklar olumlu vurguyla, akıllı bir alış-verişle ve iç süreçler çerçevesinde yapılır.
Kol kırılır, yen içinde kalır
“Kol kırılır, yen içinde kalır” diye bir atasözümüz vardır. Dolayısıyla, kuruluş aşamalarında üyesi olduğumuz NATO gibi bir teşkilatın üyeleri arasındaki anlaşmazlıkların aleniyete dökülmeden giderilmesinin esas olduğunu en iyi bizim bilmemiz icap eder.
Öte yandan, başta ABD olmak üzere PKK’ya destek veren daha başka NATO ülkeleri olduğu herkesin malûmudur. Bunlara ilişkin tepkimizi usulü dairesinde gösterirken, Ukrayna krizinin bütün şiddeti ile devam etmekte olduğu ve NATO içindeki dayanışmanın hayati önem taşıdığı bir dönemde böyle bir tutum benimsemenin ittifak anlayışıyla bağdaştığını söylemek zordur. NATO içindeki meseleleri, iç siyasette muhalefet ile kavga edercesine çözmek de mümkün değildir.
Türkiye, Soğuk Savaş bittikten sonra NATO’nun tüm genişlemelerini desteklemiştir. Ayrıca, üyelik başvurusunda bulunacakları aleniyet kazandığında, Finlandiya ve İsveç ile yapılan ön temaslarda, her iki ülkeye de destek verileceği en üst düzeyde dile getirilmiştir. Ne kadar haklı olursak olalım, bu sözlerden aniden cayılmasının güvenilirliğimiz, öngörülebilirliğimiz ve tutarlılığımız konusunda soru işaretlerine yol açacağı aşikârdır.
Türkiye veto eder mi?
Finlandiya ve İsveç’in tutumlarını değiştirmemeleri halinde, bu iki ülkenin NATO’ya üye olmalarının veto edilebilmesi pek zor gözükmektedir. Ancak, bu konuda kararlı isek, anılan ülkelerle ve başta ABD olmak üzere NATO üyesi diğer ülkelerle ikili siyasi ve ekonomik ilişkilerimizin akıbetinin ne olacağını da iyi değerlendirmemiz gerekecektir.
Altında bizim de imzamız bulunan son yıllardaki NATO zirve toplantılarının sonuç bildirilerinde hasım ülke olarak belirlenmiş olan Rusya’nın, PKK’ya destek olmak bir yana, ülkesinin başkentinde YPG’nin resmi temsilciliğinin faaliyetine izin veriyor oluşunu görmezden gelirken, dost iki ülkenin adaylığını aleni pazarlık konusu yapmanın pek isabetli olmadığı herhalde kabul edilecektir.
Demokrasi ve özgürlükler konusunda yaşamakta olduğumuz zafiyetlerin, birtakım yaptırımları tetikleyecek şekilde bir nevi pazarlık unsuru olarak önümüze konulması olasılığının da pek dikkate alınmadığı anlaşılmaktadır.
En nihayet, ekonominin son derece kırılgan olduğu ve yabancı sermayeye büyük ihtiyaç duyulduğu bir dönemde, uluslararası itibarımızın, iç siyasette çözülmeye başlayan safların konsolide edilmesi uğruna böylesine hesapsızca ilave risk altına sokulması çok yanlış olmuştur.
Alaylı diplomatlarla bu kadar
Bu hususlar göz önüne alındığında, Finlandiya ve İsveç’in NATO üyeliğine adaylıkları ile ilgili açıklamanın, duygusallıktan uzak, akılcılığı, tutarlılığı ve gerçekçiliği esas alan bir değerlendirme sonucu yapıldığını hiç sanmıyorum. İktidarın, çözülmekte olduğunu gördüğü tabanını toparlamak ve ekonomik sıkıntıları örtülemek amacıyla, iç siyasetin dikte ettiği fırsatçılığın da cazibesine kapılarak, böyle bir adım attığını düşünüyorum.
Maalesef, alaylı diplomatlarla ancak bu kadar oluyor. Umarım, bu yanlışlar yüzünden siyasi ve ekonomik ilişkilerimiz bakımından ileride daha ağır bedeller ödemek zorunda kalmayız.
Türkiye’nin, uluslararası ilişkilerini, AB ve NATO üyeliklerinin dış politikasında tayin edici özellikte olduğunu ve Batı’nın siyasi, ekonomik ve sosyal yapılanması içinde yer almasının kendisine güç verdiğini unutmadan, müttefikleriyle uyum içinde olmaya özen göstererek yönetmesi, içinde bulunduğu ittifakın rehabilitasyon ve yeniden yapılanma sürecine anlamlı katkılar sağlaması gerekir. Türkiye, eskisi gibi, öngörülebilir, güven duyulan ve güven veren bir müttefik olmalıdır.