BirGün gazetesinin 19 Şubat 2022 tarihli manşeti şöyleydi: “Yayınsız kitapsız üniversite” ve haber içeriğinde YÖK raporuna göre üniversitede öğrenci başına düşen kitap ortalaması 8, öğretim üyesi başına düşen yayın ortalaması ise 0.20 olarak belirtilmişti. Haber, söz konusu durumu YÖK’ün bile gizleyemediğini söylüyordu. Raporda THE, QS ve ARWU verilerine göre dünyada ilk 500 içinde sadece 6 üniversite olduğu da belirtilmişti. Bu sıralama içine çalıştığım Hacettepe Üniversitesi de vardı. Fakat üniversitelerin sıralamaya hangi kriterle, hangi alanda dahil oldukları belirtilmiyordu.
Türkiye’deki üniversite tarihine baktığımızda, kurum olarak üniversitenin özgürleşmesi ve kurumsallaşması geride bıraktığımız zamanla ters orantılı bir ivme izlemiş. Özellikle son 20 yılda birçok kavramın ve mesleğin içinin boşaltıldığını düşünüyorum. Bu 20 yıllık dönemi tek bir anahtar kelimeyle ifade etmek gerekirse “değersizleştirme” doğru kelime olarak ele alınabilir. Değersizleştirmenin Türkiye akademisindeki karşılığını ise birçok üniversite nezninde görebildiğimizi düşünüyorum.
Peki, nasıl?
Bir ülkede herkes üniversite mezunu olmak zorunda değil. Orta öğretim kalitesini devam ettiriyorsa, insanlar lise eğitimlerinden sonra nitelikli mesleklerle hayata atılabilirler. Nüfusun kontrolsüz arttığı, ekonominin güçlü olmadığı ve eşitsizliklerin arttığı ülkelerde ise orta öğretim değersizleştirilerek, herkesin üniversite okuması gerekliliği algısı toplum içinde yerleşik halde gelebilir. Hal böyle olunca da, onlarca, hatta yüzlerce üniversite açarak işsizlik rakamlarını aşağı indirebilir ve orta öğretim sonrasında yüksek öğretimi de el birliği ile değersizleştirebiliriz. Böylece asıl işi bilgi üretmek olan üniversiteleri “ileri lise” kıvamına getirip, akademik personeli de ortaöğretimde hizmet veren bir öğretmen gibi istihdam edebilirsiniz. Sonuç, toplam 209 üniversite ve 10 milyonu aşan lisans mezununa rağmen, dünyada ilk 100 içinde üniversitesi olmayan Türkiye’nin yüksek öğretim ya da akademi profilidir.
Aynı zamanda şu da artık çok gerçektir; Türkiye’de üniversite kavramı, nitelikten öte nicelikle değerlendirilen ulusal düzeyde politik bir malzeme de olmuştur, yani içi boşaltılmıştır. Dolayısıyla, söz konusu ülkenin akademik personel sayısı da akademideki öğrenci sayısıyla doğru orantılı bir şekilde artma eğilimindedir ve bu defa üniversite kavramından öte akademik ünvanların içi boşaltılmaya başlamıştır.
Örneklerle ve sayılarla konuşalım mı?
Ben Türkiye’nin büyük üniversitelerinden birinde profesör ünvanıyla çalışıyorum. Çalıştığım üniversitede toplam 1800’ün üzerinde profesör, doçent, doktor öğretim üyesi (eski ismiyle yardımcı doçent) çalışıyor. Bu sayıya ek olarak, 581 öğretim görevlisi de üniversitede ders vermek amacıyla hizmet veriyor; 1.574’ü araştırma görevlisi ve 503’ü yabancı uyruklu olmak üzere üniversitedeki tüm akademik personelin toplamı ise 4.500’ün üzerinde.
Böylesine köklü bir kurum bugüne kadar ülkemiz bilimine olumlu katkılar sağlayarak birçok yeniliği literatüre kazandırmış, önemli bilimsel sorunları şüphesiz gündeme getirmiş. Gelgelelim hala yeterli düzeyde yol alabilmiş değiliz. Fakat büyümek için uğraşıyoruz; seçici olmadan, stratejik düşünmeden, sadece sayılarla büyümek… Ne demek istiyorum? Büyümeyi akademik personel sayısını pervasızca arttırarak yapıyoruz, aynı üniversite sayısını artırdığımız gibi. Bu bir tercih olabilir. Doğru bir tercih mi diye sorgulamak da bu kadroları ilan etmeden önce biz kürsü üyesi olan akademisyenlerin ve yöneticilerimizin işi olmalıdır, ideal olan budur.
Peki, sorgulanıyor mu?
Bugün çalıştığım üniversitede, 1967’den günümüze, kurumun tarihinde örnekleri az görülmüş, belki de hiç görülmemiş bir şekilde ilk defa 150’nin üzerinde akademik kadro tek seferde ilan edildi. Bu sayı toplam öğretim üyesi sayısının hemen hemen yüzde 8’ine tekabül ediyor. Üniversite içindeki diğer fakülte ve bölümleri bilmem, fakat en azından kendi bölümüme atanması beklenenlerin bir çoğunun da nasıl bir stratejik planla, bölüme bilimsel olarak nasıl katkı sağlayacağı detaylı düşünülmeden verilen ilan süreci, bir temel bilim alanını ileri mi götürür, yoksa geriletir mi? Mevcut perspektifimden bu soruya cevabım net. Ancak benim cevabımdan ziyade Dünya’da ismini üst sıralarda duyduğunuz üniversitelere baktığımızda cevap çok daha açık: ilerlemeden ziyade değersizleşen akademide gerileme kaçınılmaz, kadrolaşma adına atılan adımlar ise stratejik değil ve yanlış.
Hakikat ötesi çağda akademinin Türkiye profili hakikat olarak bildiklerimizin çok daha ötesinde. Bunun topyekün yanlış olduğu düşüncemi buraya eleştirel bir not olarak düşeyim istedim, çünkü bu ülkenin ekmeğini yiyen biz akademisyenler için bunun bir sorumluluk olduğunu düşünüyorum. Zira 10 yıl içinde ya da sonrasında Türkiye’deki üniversite sistemi tekrar ele alındığında bu ve bunun gibi yazıların referans olarak kullanılacağını da düşünüyorum. Umarım yöneticiler, karar vericiler, üniversitelerdeki stratejiden sorumlu yöneticiler hakikatin daha önce farkına varırlar ve ‘akademi’yi bugünkü akademi kavramından azad ederek özgürleştirirler; böylece akademik ilerlemenin de önünü açarlar.