Günümüz politik sisteminde en çok önemsememiz gereken sorunları hiçbir şekilde konuşmuyoruz. Türkiye’de ne iktidar ne de muhalefet ne biyoçeşitlilik krizini, ne iklim krizini konuşuyor. Bu problemlere yönelik bir plan var mı? Bunu da kimseden duymadık, dolayısıyla bilmiyoruz. Ancak unutmamız gereken bir şey var ki, yaşadığımız gezegen 30 yıl sonra bugünkü halinden uzak yaşanmaz bir gezegen olabilir. Bu tablo somut istatistiklerle net bir şekilde ortada. Dünya’daki politikacılar ve tabi ülkemizdekiler de bu durumu yeterince görmezden geldi, gelmeye de devam ediyor. Artık bir şeyler yapmak şüphe götürmez bir gereklilik.
Doğal yaşam ciddi bir düşüş eğiliminde
Önde gelen bilimsel bir değerlendirmeye göre, insanlar ormanları tahrip etmeye, yaşadığımız gezegeni nüfus artışıyla taşıma kapasitesinin ötesinde kolonize etmeye, tüketmeye ve endüstriyel ölçekte kirletmeye devam ettikçe, Dünya’nın doğal yaşam popülasyonları azalmaya devam edecek. Bu popülasyonlar yaklaşık 50 yıl içinde ortalama yüzde 69 azaldı. WWF ve Londra Zooloji Topluluğu (ZSL) birlikte hazırladıkları Yaşayan Gezegen Raporu’nda, açık okyanustan tropik yağmur ormanlarına kadar, kuşların, balıkların, amfibilerin ve sürüngenlerin bolluğunun belirgin bir şekilde düşüş eğiliminde olduğunu belirttiler. Bu organizmaların 1970 ile 2018 arasındaki popülasyonları ortalama üçte ikiden fazla azaldı. İki yıl önce bu rakam yüze 68 iken dört yıl önce yüzde 60 idi.
Yok olma eşiği
Pek çok bilim insanı, dinozorların zamanından bu yana dünyadaki en büyük yaşam kaybı olan altıncı kitlesel yok oluşun içinde olduğumuza dikkat çekiyor. Bilim insanları bu yok oluş sürecinin insanlar tarafından yönlendirildiğine inanıyor. Burada şu bilginin altını çizmek istiyorum; insanın olmadığı bir dünyada yok oluş hızı milyon yılda 1 ila 10 tür arasındaydı.
Yaşayan Gezegen endeksi, kıtalar ve taksonlar arasında doğal yaşamın bolluğundaki değişiklikleri ölçmek için 5.230 hayvan türünden 32.000 popülasyonun küresel analizini bir araya getirdi. Sonuçta gezegendeki yaşam stok endeksine benzer bir grafik üretti. Latin Amerika ve Karayipler bölgesi (Amazonlar da dahil) 48 yılda yüzde 94’lük bir düşüşle ortalama doğal yaşam popülasyonunda en keskin düşüşü gördü. Bu rapor bize en kötü düşüşün dünyanın en büyük yağmur ormanı olan Amazon’a ev sahipliği yapan Latin Amerika bölgesinde olduğunu gösterdi. O bölgede ormansızlaşma oranları ise hızlanıyor. Bu, eşsiz ekosistemi sadece ağaçlardan değil, onlara bağlı olan vahşi yaşamdan ve iklim değişikliğine karşı en büyük müttefikimiz olan Amazon’un tamponlayıcı becerisinden de mahrum bırakıyor.
Tarımsal faaliyetler en önemli tehdit
Afrika yüzde 66 ile ikinci en büyük düşüşü yaşarken, onu yüzde 55 ile Asya ve Pasifik ve yüzde 20 ile Kuzey Amerika izledi. Avrupa ve Orta Asya yüzde 18 düşüş yaşadı. Rapora göre, arazi kullanımı değişikliği hala gezegendeki biyoçeşitlilik kaybının en önemli itici gücü.
WWF-UK’de bilim ve koruma direktörü Mike Barrett şunları söylemiş: “Küresel düzeyde, gördüğümüz düşüşler, küresel tarım sistemi tarafından yönlendirilen habitat kaybı ve parçalanmasından ve bu tarım alanlarının bozulmamış habitatlara doğru genişlemesinden ve onu gıda üretimine dönüştürmesinden kaynaklanmaktadır.”
Araştırmacılar, altyapı ve tarım arazileri tarafından engellenen hayvanların karasal arazilerde hareket etme zorluğunun altını çiziyor. 1.000 kilometreden daha uzun nehirlerin yalnızca yüzde 37’si tüm uzunlukları boyunca serbest akışta kalırken, dünyanın karadaki korunan alanlarının yalnızca yüzde 10’u birbirine bağlı. Öncelikli alanlar arasında Himalayalar, Güneydoğu Asya, Avustralya’nın doğu kıyısı, Doğu Afrika’daki Albertine Rift ve Eastern Arc dağları ve Amazon havzasını belirleyen yazarlar, gelecekteki düşüşlerin kaçınılmaz olmadığını söylüyor.
Türkiye için ne söyleyebiliriz?
Dünya’daki biyoçeşitlilik kayıplarının en önemli sebeplerine neden olan tür Homo Sapiens, namıdiğer insan evladı. İnsan nüfusu 1950’den bu yana gezegenin tarihinde hiç görülmemiş bir şekilde artıyor. Artık, yaşadığımız gezegen insan nüfusu açısından taşıma kapasitesini aşmış durumda. Bunun ülkemize olan olumsuzlukları da açık. Artan nüfus, şehirlerin kontrolsüz büyümesi, yapılaşmayla habitat kaybı, akarsuların üzerine pervasızca kurulan enerji santralleri, ülke içi göçlerle kentlerin büyümesi ve dahası kendi coğrafyamızı da tehdit ediyor. Net tahribat değerleri konusunda bilgimiz yok ama şunu söylemek yerinde olur. Ülkemiz gezegendeki üç önemli biyoçeşitlilik sıcak noktasına (1) ev sahipliği yapıyor. Yani, ülkemize özgü endemik türler, bir başka ifadeyle Dünya’da sadece bu coğrafyaya özgü türler çok fazla ve hepsi özellikle insan baskısı nedeniyle tehdit altında.
Başta söylediğimi tekrar edeyim, biyoçeşitlilik ve iklim konusunda acil eylem planlarına, aktif bir şekilde harekete geçmeye ve en önemlisi eğitim anlamında doğru adımlarla özellikle ülkemiz gençlerini bilinçlendirmeye ihtiyacımız var. Karar vericilere ve politikacılara çok iş düşüyor. Umarım verdiğim bu sesi duyarlar.
(1) Biyoçeşitlilik Sıcak Noktası: Bir bölgeyi sıcak nokta olarak sınıflandırabilmek için genellikle insan faaliyetleri nedeniyle orijinal bitki örtüsünün en az yüzde 70’ini kaybetmiş olmalıdır. Dünya’da 30’dan fazla tanımlanmış biyolojik çeşitlilik sıcak noktası vardır.