Türkiye-ABD ilişkileri şimdiye kadar hiç olmadığı kadar gergin. Taraflar, her ne kadar ilişkilerdeki ciddi sorunları ön plana çıkarmamaya özen gösterseler de eskilerin deyimiyle “mızrak çuvala sığmıyor”.
Buna, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun 18 Ocak’ta Türkiye-ABD Stratejik Mekanizma toplantısı için muhatabı Antony Blinken ile ilk kez Washington’da yaptığı görüşmede de tanık olduk.
Zira, Joe Biden’ın Başkanlığı devralmasından bu yana ABD yönetimin üst düzey siyasi yöneticilerinin, Türk karşıtlarıyla Washington ya da Ankara’da görüşmekten özenle kaçındığı biliniyor. Bu nedenle, Çavuşoğlu, Türk tarafından bu zemini yakalayan ilk siyasetçi olmanın heyecanı içinde Washington’a gitti. Ancak, görebildiğimiz kadarıyla, umduklarını elde edemeden Türkiye’ye dönüyor.
İki bakanın görüşme gündeminde son derece çetrefil sorunlar olduğu bilinmekteydi. Öncelikle tarafların müttefiklik inançları kaybolmaya başlamış ve iki ülke arasındaki güvensizlik zirve yapmış durumda. Tarafların ilişkilerin tekrar rayına nasıl oturtulacağına ilişkin görüşleri de ciddi farklılar içeriyor. Dolayısıyla, Çavuşoğlu-Blinken görüşmesinden, mevcut derin bunalımın geride bırakılmasını sağlayacak sonuçlar elde edilebileceğini beklemek pek mümkün gözükmüyordu.
F16 ve diğer sorunlar
Ziyaret öncesinde, Türkiye’ye ABD tarafından F16 satılması konusu, arka planda yer alan devasa sorunları örtecek şekilde gündemin en ön sırasına oturtulmuştu.
Seçim sürecinde, bu ziyareti F16 konusu üzerinden fırsata çevirmeye gayret eden Türk tarafı, aynı paket içinde Yunanistan’a F35 uçakları verilmesine ve böylece Ege’deki Türk-Yunan dengesinin ABD tarafından alenen bozulmakta oluşuna herhangi bir tepki göstermemeyi tercih edebilmişti.
İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyelikleri konusundaki ABD beklentilerini nasıl cevaplayacağından hiç söz edilmiyordu.
Bu meyanda Ankara, Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı sebebiyle uygulanan tek yanlı ABD yaptırımlarına uymayacağını ilan ediyor, Rusya’nın uluslararası hukuku pervasızca ihlaline kısmen hak verdiği yolunda açıklamalar da yapıyordu. Son zamanlarda ABD’nin, Suriye’deki YPG/PKK unsurlarına verdiği açık desteğin sorgulanacağı kuvvetli ifadelerle vurgulanmaktan imtina ediliyor, S400 füzelerinin akıbetine ilişkin sorular cevaplanmaktan kaçınılıyordu.
Hükümet ABD ve Batı karşıtı söylemlerini sürdürüyor, demokrasisini ihya etmesi yolunda müttefiklerince yapılan çağrılara kulak tıkıyordu. İlişkilerin gündeminde, Halkbank, Sezgin Baran Korkmaz, Sıtkı Ayan gibi hassas dosyalar yokmuş gibi davranıyordu.
Türkiye-ABD danışıklı dövüşü
Bütün bunların, ziyaretten somut sonuç alınamaması için gereken zemini oluşturmuş olduğu Türk tarafınca nasıl görülemedi, anlamak mümkün değil?
Oysa, her şey ortadaydı. Türkiye’nin Batıdan tamamen kopmasına engel olma gayreti içindeki ABD’nin de ilişkileri idare-i maslahatçı bir anlayışla sürdürdüğü ayan beyan görülüyordu. Türkiye’de seçim sürecinin başlamış olması sebebiyle, bu hassas dönemde ABD tarafı, ilişkilerde kırılmaya yol açabilecek konuların gündemin ön sıralarına taşınmayarak, mümkün olduğunca ötelenmesine özen gösteriyor ve bunun kendi çıkarları açısından en uygun hareket tarzı olduğuna inanıyordu.
Bu çerçevede, Çavuşoğlu’nun ABD ziyaretini, iki ülke arasındaki bir “danışıklı dövüşün” sonucu olarak düzenlendiğini düşünüyorum. Nitekim, bu durum, ziyaretin hemen öncesinde düzenlenen, bakan yardımcıları düzeyindeki Türkiye-ABD stratejik danışma mekanizması görüşmelerinin içeriğinden de anlaşılmaktaydı. Ziyaretin, “dostlar alışverişte görsün” izlenimi yaratmaktan öteye bir sonuç vermeyeceği bu müzakerelerden belliydi.
Kol kırılır, yen içinde kalır
Neticede, Çavuşoğlu’nun Washington ziyareti, ABD’nin F16’lar, Türkiye’nin ise İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyelikleri ile ilgili fazlaca anlam taşımayan bazı açıklamaların yapılmasına vesile olmaktan öteye bir sonuç vermedi. Diğer bir ifadeyle, “kol kırılır, yen içinde kalır” anlayışıyla yapıldığı aşikâr olan müzakerelerin, taraflara Türkiye’deki seçimler sonrasına kadar zaman kazandırmaktan başka elle tutulur bir sonucu olmadı.
Türkiye, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali üzerine, tarafsızlık politikası benimseyerek, uluslararası camianın takdirini kazandı. Ancak, krizin ilk aylarında sergilediği dengeli tutumu sürdüremedi. Aşırı özgüvenle hareket etti. Ortak akla dayalı politikalar geliştiremedi.
İdeolojik kazanımlar peşinde koştu. Ayrıca, uyguladığı yanlış politikalar yüzünden Türkiye’nin ağır ekonomik krize girmesine sebep olarak, iç politikada ciddi zemin kaybına uğrayınca da bu sıkışıklığı aşmak için, Suriye’de işbirliği yaptığı Rusya’ya yanaşmak zorunda kaldı. Özlü bir ifadeyle, iktidar, Rusya’ya “elini verip, kolunu kaptırdı”.
İki cami arasında bînamaz
ABD ve Rusya gibi iki başat gücü birbirine karşı oynama hedefiyle yola çıkan Türkiye, neticede bu iki ülkenin küresel boyuttaki rekabeti arasında kaldı.
Bugün için, ABD’nin Rusya’yı, Rusya’nın da ABD’yi Türkiye’den uzaklaştırmanın gayreti içinde oldukları görülüyor. ABD’nin, bu çerçevedeki en önemli hedefinin, Türkiye’yi Batı kampında tutmak, Rusya’nın ise, Türkiye’deki seçimlerde mevcut iktidarın her ne pahasına olursa olsun başarılı olmasını sağlamak olduğu anlaşılıyor.
Bu durum Türkiye-Rusya ilişkilerine de bugün gündemde olan Türkiye-ABD ilişkilerine de yansıyor.
İki ülke de amaçlarına ulaşmak için kendi çıkarlarını önceleyerek, her yola başvurmaktan çekinmiyor. İki cami arasında bînamaz” durumdaki Türkiye’nin devlet kapasitesi de bu oyunu kendi çıkarları ekseninde yönetmeye, maalesef, yetmiyor.