Büyük bir deprem afetiyle sarsıldık. Bu derece büyük afetlerin siyasi sonuçları olması neredeyse kaçınılmaz olur. Afetler, “insanı korumanın en iyi yolu nedir?” sorusunu hatıra getirir çünkü. Öte yandan, ekonomik krizlerin veya savaş, terör gibi güvenlik krizlerinin siyasi sonuçları daha kolay tahmin edilebilirken, afetlerin siyasi etkilerini öngörmek daha zordur. Örneğin, ekonomik şoklar genel olarak iktidarlar açısından daha yıpratıcı, güvenlik krizleri ise tersine muhalefetleri zayıflatıcı etki yaparken, afetler her iki yönde de sonuçlar doğurabiliyor.
Dünyadan örnekler gösteriyor ki, eğer iktidarlar afete hazırlık, afete müdahale ve afetin yaralarını sarma konusunda iyi bir performans sergiler veya en azından bu konuda olumlu bir algı yaratmayı başarırlarsa, afetlerden güçlerini konsolide ederek çıkabiliyorlar.
Fakat pek çok zaman da, afetler siyasi yapının fay hatlarını, zayıf noktalarını ortaya çıkarıyor. Önceden var olan eşitsizlik hatları nereden geçiyorsa afet anında toplum tam da oradan kırılıyor. İşte o zaman afetler bu hatlar üzerinden hızla politize olabiliyor. Bu olursa, afetler iktidarları değişime zorluyor.
Bu çerçevede Maraş depreminin olası siyasi sonuçlarını değerlendirmeden önce ilgili literatüre ve dünyadan örneklere bir göz atalım.
Otoriter iktidarların afet söylemi
Çalışmalar özellikle otoriter iktidarların afet durumlarında toplumsal algıyı yönlendirebilme imkanları sayesinde, hasarlarını minimize edebildiğini gösteriyor. Bu iktidarlar, afet sonrası gelen tepkileri bir “konsensus krizi” olarak çerçevelemek, yani kendilerine yönelik eleştirileri milli birliğe yönelik bir tehdit olarak tanımlayıp marjinalize etmek ve bu şekilde teknik konuların konuşulmasına engel olmak suretiyle afetle ilgili algıyı yönetebiliyor. Bu şekilde toplumsal tartışmaların yönünü binaların, kurumların dayanıksızlığı ve afetzedelerin içinde bulunduğu durumdan çıkarıp hükümetin aksiyonlarına çevirebiliyorlar. Ve nihayet, mucize ve kahramanlık söylemleriyle tekil başarı öykülerine dikkat çekmek, hayatta kalmayı şans ya da kişisel gayretlere bağlamak, böylece afetzedeler arasında ortak kırılganlık hatlarının fark edilmesiyle oluşabilecek kollektif bir isyan hareketine mani olarak, afetlerden daha az yıpranarak çıkabiliyorlar.
2010 Ağustos ayında Rusya’da yaşanan orman yangınları ilk akla gelen örneklerden. Hatırlayacak olursak, o sırada başkan olan Dimitri Medvedev hızla kontrolü kaybederken başbakan Vladimir Putin krizden güçlenerek çıkmıştı. O günlerde izleyiciler tüm TV kanallarında sabahtan akşama kadar, şehirden şehire giden, kararlı komutlar veren, yönetimle ilgili hataları yerel yöneticilere faturalandırmak suretiyle kızgın vatandaşların öfkesini kendinden uzaklaştıran bir Putin seyretmişlerdi. Neticede Putin’in bu afet sırasında sergilediği “liderlik performansı” Rus kamuoyundan onay almıştı.
Afetler ne zaman siyasallaşıyor?
Afetlerin toplumdaki mevcut kırılma hatlarını ortaya çıkardığı ve bunlar üzerinden siyasallaştığı örneklerden biri 2008 Çin depremiydi. Çin’in en yoksul bölgelerinden olan Siçuan merkezli 7.9 büyüklüğündeki depremde buradaki kötü yapılmış okul binaları çöküp binlerce çocuk yaşamını yitirince aileler protestoya başlamış, binaların güvenliğini sorgulamaya ve davalar açmaya başlamışlardı.
Hükümet ilk olarak ölen çocukların istatistiklerinin yayınlanmasını yasakladı. Sonra ailelerin bir araya gelip organize olmasını yasaklamaya çalıştı. Ailelere protestolara son vermeleri karşılığı para teklif etti, tek çocuk yasasını esneterek ikinci çocuk dünyaya getirme hakkını verdi. Hiçbiri başarılı olamadı. Tersine, farklı gruplar ve aktivistler katıldıkça, isyan genişledi, eşitsizliklere ve yolsuzluklara karşı bir eyleme dönüştü. Hükümet sonunda istatistikleri de yayınlamak zorunda kaldı (19,000 çocuk ölmüştü), binaların sorunlu olduğunu da kabul etti. Şiçuan depremi sonrası Çin’de bir iktidar değişikliği olmadı ama sivil toplumun güçlenmesi gibi bir sonucu olduğunu söylemek mümkün.
Benzer bir örnek olarak, ABD’de 2005 yılında New Orleans şehrini vuran Katrina Kasırgası’nı hatırlayalım. Yoksul ve siyahi ABD vatandaşlarının yoğun olarak yaşadığı bu bölgeye devletin yeterince hızlı ve etkili müdahale edememesi kırılganlıkların toplumda eşit dağılmadığını, tersine mevcut etnik-ekonomik eşitsizliklerle fazla düzgünce örtüştüğünü göstermiş ve bu sebepten afet hızla politikleşmişti. Bu sırada iktidarda olan Bush hükümetinin Katrina Kasırgası’nın siyasi etkisini hiçbir zaman aşamadığını söyleyebiliriz.
Maraş depremi ve siyasi kırılganlık
Türkiye’ye gelince, travmasını kolay kolay atlatamayacağımız Maraş depremi bizim hangi yaralarımızın kabuğunu kaldırdı, artık cesurca bakmamız gerekiyor. Henüz yıkımların dağılımı hakkında yeterli bilgimiz yok. Ama şu sorun daha en başta kendini gösterdi ki, aşırı merkezileşmiş siyasi sistemimiz, bugün ne denetlenebiliyor ne de sorunlara esnek biçimde cevap verebiliyor. Hem çok iri, hem çok kırılgan bir siyasi yapısı ile karşı karşıyayız.
Bazı binaların projelerinin hiçbir zaman onaylanmamış olması gerektiği, bazılarının çoktan yıkılıp yeniden yapılması gerektiği, afet planlarının daha iyi yapılmış olması, depremin ardından yabancı yardımın daha erken çağrılması, yerli ekiplerin daha hızlı görevlendirilmesi gerektiği gibi konuları yeterince konuşamıyoruz. İmar Kanunu bir yılda 15 kere neden değişir? Kamu İhale Kanunu’na neden yüzlerce kere müdahale edilir, 60 kuruma neden muafiyet verilir? Yeterince sormuyor, konuşmuyoruz. Her konuştuğumuzda kurumlarımız kırılıverecekmiş gibi bir tablo çiziliyor bize.
Lisa Anderson Orta Doğu devletlerini “ego” metaforu ile anlatır. Anderson’a göre, tıpkı zayıf bir ego gibi, iri olduğu ölçüde dayanıksızdır bu devlet yapısı. Otoriterdir, ama otorite sahibi değildir. Vicdanlarda oluşturamadığı saygıyı sertlikle almaya çalışır. Benzer biçimde Nazih Ayubi meşhur “Over-stating the Arab State” isimli kitabında bu devlet tipini şiştikçe hantallaşan, her şey benden sorulur dedikçe hiçbir şeye yetişemeyen bir yapı olarak tarif eder.
Esnekliğini yitiren iktidar kırılganlaşır
Bana göre bugün güçlü devlet tanımımızı yeniden yapmalıyız. Aşırı merkezileşmenin, katılaşmanın bizi güçlendirmek yerine kırılganlaştırdığını artık görmeliyiz.
Güçlü devlet toplumun ihtiyaçlarına zamanında karşılık verir, esneme ve adaptasyon kabiliyetleri kendini eleştirebilme cesareti ve yenileyebilme becerileri buna elverir. Zayıf devlet ise hırçın ve defansiftir. Hep alıngan, çünkü hep kırılgandır.
Bir derneğin bağımsız bağış toplamasından bile gocunan, bunu kendi adına bir zayıflık, hatta küçük düşürülme olarak algılayan bir yönetim yapısı ise ileri derecede kırılganlaşmış demektir.
Bu yüzden de bugün tıpkı daha dayanıklı binalar gibi, daha dayanıklı kurumlar talep etmek hem hakkımız hem de vatandaşlık görevimizdir. Bu talebin ne kadar etkili dile getirileceği ise depremin siyasi sonucunu belirleyecektir.