Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden sadece birkaç hafta önce Vladimir Putin ile Şi Cinping Moskova’da bir araya gelmişler ve 4 Şubat 2022 tarihinde neredeyse dünyadaki hemen bütün konulara değindikleri ve “sınırsız ortaklıklarını” ilan ettikleri bir mutabakat metni yayınlamışlardı. Pek çok yorumcu bu metnin Çin ve Rusya’nın yeni bir güç odağı ve küresel düzen yaratma arzusu olarak yorumlandı. Üstelik bu ortaklık metni Rusya’nın Ukrayna sınırına asker yığmaya devam ettiği ve Batı bloğunun her an Rusya’nın Ukrayna’yı işgal edebileceğine dair dünya kamuoyunu uyardığı bir sırada yayınlanmıştı.
Nitekim Rusya ve Çin bütün dünyaya hemen her konuda vardıkları ortaklığı ilan ettikten çok kısa bir süre sonra Rusya’nın Ukrayna’yı işgali gerçekleşti. İşgal sonrasının ana tartışma konularından biri de Çin’in Rusya’ya yönelik tutumu oldu. Acaba Çin tankların gölgesi altında buluştuğu Putin’i o tanklar Ukrayna sınırını geçtiği andan itibaren desteklemeye devam edecek miydi? Bu kapsamlı ama bir o kadar da tartışmalı metin Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile büyük oranda küresel tartışmaların gündeminden düştü, ancak bu yeni dünyada Rusya ve Çin’in ilişkisi dikkat çekmeye devam etti.
Geçtiğimiz bir yıl içerisinde Çin ne Rusya’ya tam anlamıyla destek veren ama ne de tamamen Rusya’nın işgalinin karşısında olan bir tutum takındı. Batı dışı dünyada pek çok hükümetin yaptığı gibi Rusya ile ekonomik ilişkilerinin sürdürdü ve hatta Batı’nın ekonomik yaptırımlarının açtığı alan nedeniyle bu iş birliğini genişletti. Çin’in Rusya’dan yaptığı ithalat geçen yıl yaklaşık yüzde 49 artarak 763,75 milyar yuan’a (110,89 milyar $) ulaştı.
Savaşın başlamasından yaklaşık bir yıl sonra Şi ve Putin geçtiğimiz hafta bir kez daha Moskova’da bir araya geldiler ve (farklı vurgularla da olsa) bir önceki yıl vardıkları mutabakatı ve arzu ettikleri “yeni dünya düzeninin” ana hatlarını yeniden dünyaya ilan ettiler. Her ne kadar Çin ve Rusya bu “yeni düzenin” soğuk savaş dönemindeki gibi bir bloklaşma olmadığının altını çizse de ifade ettikleri taleplerin ve itirazların Batı dışı dünyadaki pek çok ülkenin itirazları ile paralellik gösterdiğini söylemek mümkün.
Üstelik bu ziyaret Namık Tan’ın da ifade ettiği gibi Putin’in büyük bir uluslararası baskı altında olduğu bir dönemde Rusya’ya açık bir destek gösterisi niteliğine sahip.
Çin ve Rusya her şeyden önce 2008 küresel finansal kriziyle gerilemeye başlayan Batı merkezli “liberal uluslararası düzeni” açıkça hedeflerine oturtmuş durumdalar. İki ülkenin birbirleriyle hala pek çok sorunu var, ancak Batı dünyası ile sorunları birbirileri olan sorunlarından fazla. İki ülkeye göre de Batı artık uluslararası sistemde bir azınlık ve gücün yeniden dağıtılması talebi küresel aktörlerin çoğunluğuna ait bir talep.
Ama her iki liderin de asıl derdi liberal uluslararası düzenin bel kemiği olan demokrasi fikriyle. Açıklamalarında demokrasinin bir grup devletin ayrıcalığı olmadığını, küresel bir değer olduğunu ifade ederken, “standart beden” bir demokrasi anlayışına karşı çıkıyorlar. Kendilerine yönelik otoriterlik sınıflandırmasını her devlet kendi kültürü, çıkarları ve ihtiyaçlarına doğrultusunda yönetilmesi gerektiğine dair “kültürcü” bir yaklaşımla yanıt veriyorlar. Hem bu yıl hem de geçen yıl yaptıkları ortak açıklamalarda Batı’nın demokrasiyi özendirme adı altında turuncu devrimleri desteklediğini, ülkelerin iç işlerine karıştığını ve bunun küresel düzenin temel ilkesi olarak gördükleri egemenlik ilkesine karşı olduğunu iddia ediyorlar.
Çin ve Rusya ekonomik açıdan da ABD merkezli küreselleşmeye alternatif bir sistem arayışında. ABD merkezli ekonomik küreselleşmenin ABD’nin politika koordinasyonunu sağlama ve bunu askeri güçle destekleme becerisine bağlıydı. Bu açılardan Çin hala ABD’nin küresel ekonomik liderliğinin yerini alma kapasitesine sahip değil. Ancak Çin dünyanın hemen her yerinde artan yatırımları, Kuşak ve Yol projesi, demokratik koşulluluk olmadan sağladığı geniş kredi imkanları ile ekonomik açıdan hâlihazırda büyük bir güç.
Ekonomik küreselleşme söz konusu olduğunda hem Çin hem de Rusya küresel finansal sistemde doların egemenliğinin son bulması, Batı merkezli Swift gibi kurumlara alternatifler geliştirilmesi, mevcut uluslararası finansal kurumların revize edilmesi, yeni bölgesel güçlü ekonomik iş birliklerinin oluşturulması ve ekonomik araçların bir baskı aracı olarak kullanılmaması gibi temel küresel ekonomik meselelerde ortak bir çıkara da sahipler ve bunu birlikte dillendiriyorlar.
Üstelik Çin’in Ukrayna savaşındaki pozisyonu da Rusya’ya yakın.
İşgalin yıldönümünde Çin savaşın bitirilmesine yönelik pozisyonunu açıkladı. 12 maddelik bu Barış Planının ilk maddesi devletlerin egemenlik haklarına saygı duyulması ile ilgili. İkincisi de soğuk savaş mantığının terk edilmesi ile. Pek çok yorumcu tarafından savaşı sona erdirecek bir barış planı olmaktan ziyade Çin’in pozisyon metni olarak yorumlanan bu plan Çin’in nükleer silahların kullanılması konusundaki itirazını, arz zincirlerinin bozulmamasına ve ekonomik ilişkilerin devamına yönelik hassasiyetini ve de ekonomik yaptırımların bir savaş aracı olarak devreye sürülmesine dair vetosunu tekrarlar nitelikte.
“Barış Planında” Çin her ne kadar Ukrayna savaşında Batı’nın rolüne doğrudan göndermeler yapmamayı tercih etse de “tüm ülkelerin meşru güvenlik endişelerine saygı duyulması” gibi ifadeler Çin’in bu savaşı son kertede Ukrayna üzerinden NATO eliyle yürütülen bir vekalet savaşı olarak düşündüğünü gösteriyor.
ABD ile Çin arasındaki mevcut jeopolitik rekabet mevcut haliyle artık sadece bir iktisadi rekabet değil, aynı zamanda küresel sistemde itibar hiyerarşisine dair bir rekabet. Çin uluslararası sistemdeki en itibarlı devlet olarak açıkça ABD’nin yerini almak istiyor.
Özellikle askeri güç söz konusu olduğunda hem mutlak askeri güç hem de mevcut savunma ağları açısından ABD ile Çin arasında ABD lehine hala dramatik bir fark var. Her ne kadar Çin askeri güç konusunda son yıllarda özellikle deniz kuvvetlerinde bir sıçrama göstermiş olsa da askerî açıdan ABD ve Çin arasındaki fark kısa vadede hızla kapanamayacak nitelikte. Çin’in Asya’daki pek çok ülke ile çatışma geçmişinin olması, sınır sorunları, Çin hükümetinin yayılmacı olduğuna dair kimi endişeler bölge devletlerinin ABD askeri gücüne dayanması eğilimini destekliyor.
Buna rağmen Çin son yıllarda diplomatik ilişkiler açısından büyük bir atağa da kalkmış durumda. Özellikle perakendeci (transactional) ve lider odaklı yeni diplomatik stil Çin’e bu konuda ciddi bir avantaj sağlıyor. Çin pek çok ülke ile ikili bağlar kuruyor ve stratejik yakınlıklar üzerinden ilişkiler geliştiriyor. Güçlü normlar üzerinden şekillenen kurumsal ve kalıcı bağların Batı dünyasında da zayıflamış olması, yoğun kurumsal ağlar konusunda Çin’in dezavantajlı konumunu örter nitelikte. Nitekim geçtiğimiz haftalarda İran ve Suudi Arabistan arasında Çin’in arabuluculuğu ile imzalanan antlaşma büyük bir diplomatik başarı ve bölgede ABD’ye alternatif bir güç olarak Çin’in etkinliğini arttırması olarak yorumlandı.
Çin ve Rusya arasında işgalin birinci yılının gölgesinde gerçekleşen toplantı milliyetçi tutkuları ve çıkarları doğrudan çatışmayan iki otoriter liderin günümüz dünyasında gücün dağılımı ve küresel sistemin kurallarına dair örtüşen çıkarlarını yansıtan bir nitelikte. Bu ortaklık eşitlik ve adalete dayanan normatif bir düzen olma iddiasından daha çok, Batı merkezli küreselleşmeye bir gedik açma niteliği arzusunu taşıyor. Dışarıdan bakanların ne Çin’in ne Rusya’nın dediklerine tam olarak ikna olması ne de söylediklerinin kendi içinde bir bütünlük arz etmesi önemli, çünkü bu iş birliğinin amacı yeni bir küresel dünyanın mihenk taşı olmak değil, mevcut sistemi dinamitlemeyerek güç ilişkisini değiştirmek.
Çin ve Rusya, Batı toplumlarına dışarıdan baktıklarında emeklilik hakkı için Paris’i ateşe vermeye hazır ama devletlerarası ilişkilerde maliyet ödemeye hazır olmayan toplumlar görüyorlar. Batılı yöneticilerin uluslarını savaşlar için seferber edemeyeceklerini düşünüyorlar. Kendi toplumları üzerindeki sıkı denetimlerini ise küresel bir avantaj olarak görüyorlar. Tam da bu nedenle mevcut mücadele bir uluslararası bölüşüm mücadelesi olduğu kadar, hangi toplumun, hangi rejimin ve hangi iktisadi dağıtım mekanizmalarının daha dirençli toplumlar yarattığı ile de ilgili.
Guardian’da Rafael Behr’in çok yerinde bir biçimde yazdığı gibi “İkinci bir soğuk savaş gibi görünen bu yeni dönemde tehdit başka bir güç bloğundan gelmiyor. Asıl tehdit demokratik toplumların karmaşık sorunlarla boğuşma konusundaki kendi başarısızlığından ve bu sorunları anlamsız ya da basit sorunlar olarak görüp inkâr etmesinden kaynaklanıyor”.
AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen'in yeni yönetim döneminde Türkiye'ye ilk ziyareti Suriye'de Esad…
Donald Trump’ın “Türkiye Suriye’ye çöktü” ifadesini Türk medyasındaki haberlerin pek çoğunda bulmanız mümkün değil. Trump’ın…
Asgari ücret yine gündemimizde. Bu kez temel tartışma konusu asgari ücret ve enflasyon ilişkisi. Asgari…
Suriye’de gelişmeler baş döndürücü bir hız kazandı. Beşar Esad’ın 7 Aralık akşamı Moskova’ya kaçmasından yalnızca…
CHP’nin önceki Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, kendi dönemindeki Suriye politikası nedeniyle yeniden gündemde. Cumhurbaşkanı Tayyip…
Suriye'de Esad rejimini deviren harekatın hazırlığının bir yıldan fazla bir süredir yapıldığı, Türkiye’nin, ABD’nin ve…