Recep Tayyip Erdoğan’ın kazandığı cumhurbaşkanlığı seçimi sonuçları hayırlı olsun.
İkinci turda bir kazanan var ama bu her iki adayın da birinci turda kaybetmiş, seçilememiş oldukları gerçeğini değiştirmiyor. Kaybettiği halde kazanma gerçeği 85 milyonluk halkın siyasilere karşı her zaman kaybetmeye mahkûm, kendi kendini yönetme hakkının ise bir yanılgı olduğunu altını çizerek tescil ediyor.
Demokrasi mi, seçim mi, tercih mi?
Gerçekten de bu seçimin kesin kaybedeni halk oldu. Zira kendi kendilerini dikte ettiren ikisi de otokratik adaylardan birisini tercih etmek durumunda kalan halk, değişim, yeni liderler ve yeni bir siyasi düzen istediği halde süregelen siyasi yapıya ve siyasetçilere 5 sene için daha mahkûm oldu.
Özünde her iki aday da kendi kendilerini aday gösterdiler. Partilerin tabanları aday gösterme sürecine katılmadılar. Partilerin merkez yönetimleri sözde aday gösterdiler ama özünde kendilerine verilen talimatı yerine getirdiler. Her iki aday da başkanı oldukları partilere otokratik yöntemlerle hakimler ve lider sultaları var.
Zaten Türkiye’de riyakâr bir demokrasi var. Güya halk kendi yöneticisini serbest seçimlerde seçiyor ama gerçekte otokratik siyasi partilere bir şekilde hâkim olan liderler (genel başkanlar) halka kendi yöneticilerini seçme hakkı değil önlerine koydukları arasında tercih yapma imkânı veriyorlar.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunda da aynen bu oldu: halk önüne konulan ikisi de bir öncekinde kaybetmiş olan adaylar arasından birisini tercih etmek zorunda kaldı.
Yargıyla siyaset ve milli irade mühendisliği
Meşruiyetini halktan alan yargının bir kısım tartışmalı kararları halk iradesini ciddi şekilde sakatladı. Seçimde yüzde 25 civarında oy alan milliyetçiler Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), İYİ Parti ile Zafer Partisi ve Zafer Partisi olarak en az 3’e bölündü. MHP çatısı altındaki birlikteliklerini sürdürselerdi ana muhalefet partisi gücü kazanacak olan milliyetçiler siyasette çırak durumuna düştüler.
Zamanlaması manidar ve oldukça tartışmalı mahkûmiyet kararı Ekrem İmamoğlu’nu siyasi idam sehpasında boynuna yağlı ilmik geçirilmiş her an infaz edilebilir hale getirdi. Ekrem İmamoğlu’nun cumhurbaşkanı adayı olarak halkın önüne çıkmasını, Erdoğan’ı sandıkta yenmesini engelleyen bu karar esasında “halkın yeni lider çıkarma hakkını” engelledi.
Sorunları kim, nasıl çözecek?
Seçim ruhunu geride bırakıp gece yarısından tezi yok acil çözüm bekleyen sorunlarımıza ve çözümlere odaklanmamız gerekiyor.
Taşıma suyla değirmen döndürmeye benzer şekilde yönetilen cari açık, döviz kurları, finansmana erişim kısıtları ve benzer sorunlarla boğuşan ekonomideki sorunlar, enflasyon, hayat pahalılığı, milli gelirde ve alım gücünde yaşanan düşmeler nasıl giderilecek? Kalıcı olarak düzlüğe bir gün çıkabilecek miyiz, bunun için ne kadar zaman geçmesi gerekiyor ve ne bedeller ödeyeceğiz? Bu sorulara net cevaplar vermek mümkün değil?
Kesin bilinen şey ise mevcut yönetim sistemimizdeki sorunlarını çözmeden, yönetici kesimin hesap vermesini sağlamadan bütün bu sorunlara kalıcı çözümler getirermenin ve 85 milyonun refahını sürdürülebilir bir şekilde arttırmanın mümkün olmadığıdır. Zira bir futbol takımı bile olsa her bir oyuncunun rol ve sorumluluklarını layıkıyla yerine getirmesini sağlayan bir organizasyonu olmayan ve iyi yönetilmeyen bir takım rakip kendi kalesine gol atmadığı sürece hiç bir maçı kazanamaz. Aynı şekilde iyi organize olmamış, yöneticileri görevlerini en iyi şekilde yerine getirmeyen ülkeler de başarılı olamazlar. Böyle durumlarda, nasıl ki kendisini dev aynasında gördüğü halde cüssesine uygun başarı sağlayamayan liberolar suçu diğerlerine atarsa başarısız yöneticiler de kendilerini yüceltirken başarısızlıklarından etraflarındakileri sorumlu tutarlar.
Temel sorunumuz orta demokrasi seviyesi
Ekonomideki sorunların Türkiye’yi orta demokrasi seviyesine mahkum eden yargı, hukukun üstünlüğü ve temsilde adalet başlıklarından toplanan temel sorunların yansımaları olduğu ortada. Türkiye’nin orta gelir seviyesine takılıp kalmasının sebebinin orta demokrasi tuzağına hapsolması olduğunun artık sağır sultanlar bile öğrendi.
Hal böyle iken cumhurbaşkanı adayları temel sorunlardan, bunların kök sebeplerinden ve bu sorunların çözümü için yapılması gerekenlerden uzaklaşıp oy almak için olmayan kaynakları peşkeş çekmekte yarışa girdiler. Halka hizmetin en yüksek makamı olan cumhurbaşkanlığını Sayın Erdoğan adeta baba mirası gibi her halükârda kendisine hak görürken Sayın Kılıçdaroğlu emekli olmadan hatıra fotoğrafı çektirilecek bir yer gibi gördü. Fakat cumhuriyet ikinci asrına girerken Türkiye’nin önüne çıkan asırlık fırsatı gerçekleştirmek için ikisi de gerekeni yapmadılar. Tersine kişisel ihtirasları için bu asırlık fırsatı ellerinin tersiyle ittiler.
İktidar ve muhalefetin sistemleri uzlaştırılabilir mi?
İktidardaki Cumhur İttifakının “yürütmenin başını halkın seçmesi kırmızı çizgimizdir” dediği cumhurbaşkanlığı sistemi ile muhalefetteki Millet İttifakının vaat ettiği Güçlendirilmiş Parlamenter Sistemleri hala uzlaştırılabilir mi? Her iki taraf da böyle bir uzlaşmanın Türkiye’ye asırlık bir fırsat penceresi açabileceğinin farkındalar mı ve bu fırsatı yakalamak için uzlaşmaya istekliler mi?
Kılıçdaroğlu hem mecliste hem de cumhurbaşkanlığı seçimini kaybederek güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönüş vaadini gerçekleştirme hayalini de kaybetti. Ayrıca bu vaadi gerçekleştirmek için başından beri muhtaç olduğu Cumhur İttifakını iki sistemi uzlaştırmaya davet etme imkanını hepten kaybetti.
Erdoğan ise meclisteki gücünden biraz daha kaybederek, ittifak ortağına biraz daha bağımlı hale geldi; OHAL şartlarında millete kabul ettirdiği, devletin yönetim kaslarını zayıflatan, ekonomide sorunları büyüten cumhurbaşkanlığı sisteminin hata ve eksiklerini düzeltme imkanını neredeyse tamamen kaybetti. Erdoğan, Türkiye’nin yeni, genç ve kendisinden daha güçlü bir lider kazanmasını da önledi. Daha da acısı Erdoğan, kişisel olarak 85 milyonun işlerini görme yeteneğini büyük oranda kaybetmiş, uzun süre iktidarda kalarak yönetim körlüğüne uğramış ve gerçeklerden kopmuş olmasına rağmen adaletsiz seçimlerle iktidara tutunarak Türkiye’nin layık olduğu dinamik yönetici adaylarına kavuşmasını bile görünürde 5 yıl süre ile geciktirmiş oldu.
Türkiye’nin asırlık fırsat penceresi kapanıyor mu?
Halkın yeni ve sivil bir anayasa yapma umudu kış ortasında açlıktan ölmekte olan eşeğinin başında “ölme eşeğim ölme, yaz gelsin, yoncalar bitsin, ben sana ne yoncalar yedireceğim” yakarışındaki umutsuzluğa döndü. Ne o yaz günlerinin geleceği, ne de o yoncaların biteceği var!
Halkın hukukun üstünlüğünü sağlayacak, yöneticilere hesap sorabilecek, kendisi hukukun üstünlüğüne en üst derecede riayet eden, halka kaliteli hizmet veren, tam bağımsızlığı hak ederek koruyabilen tam bağımsız ve tarafsız yargı oluşturma hayalleri en azından bir 5 sene daha ertelenmiş oldu.
Halkın parasının, zar zor biriktirdiklerinin, değerini koruma, eğitim ve girişim kurmada fırsat eşitliğini sağlama, gelir adaletsizliğini giderme, yetkin ve çalışkan olanın başarılı olacağı liyakat ve adaleti sağlama, halkın gerçek potansiyelini gerçekleştirme ve özlemini çektiği adalete erişme arzularının gerçekleşmeyeceği inancı daha da güçlendi…
Ufukta bir umut var mı?
Bu seçimlerin bir kazananı varsa o da siyasi partileri adeta pençeleriyle sıkarak halkın gücünü ellerinde sıkı sıkıya tutan çağı ve kullanım tarihi çoktan geçmiş olan yöneticilerle bir yere varılamayacağının bir kere daha ve kesinlikle sabit olmuş olması ve kim bilir ne zaman olur bilinmez ama bundan cesaret alarak ortaya çıkacak olan yeni lider adaylarıdır.
Yeni adayların çıkacağına inancım tamdır. Ancak mevcutlara göre ilerleme sağlamaları için önemli demokratikleşme adımları atmaları gerekmektedir. En başta siyasi partileri şeffaf ve demokratik hale getirecek düzenlemeler yapılarak halkın yönetime katılması güçlendirilmelidir. Bunun için lider ve merkez yönetim yetkileri %10’la sınırlandırılmalı, delegelik sistemi ve blok listeler yasaklanmalı ve üyelik sistemi geliştirilmelidir. Hazine yardımları oya göre değil üye tabanına göre yapılmalıdır. Siyasi etik yasası çıkarılmalı, siyasilerin davranış kuralları, şeffaflığı öne çıkararak oluşturulmalıdır. Siyasi partilerin faaliyetleri daha etkin olarak kayıt altına alınmalı, bağımsız öz denetim getirilerek güçlendirilmeli ve siyasi faaliyetlerden yolsuzluk ve illegal siyasi finansman tam ve kesin olarak önlenmelidir. İster belediyeler ister siyasi partiler isterse diğer kamu görevleri olsun tek kişilik seçimler iki turlu olarak yapılmalı ve aday göstermeler dahil sürecin tamamı kamuoyunun katılımına açık ve etkin yargı denetimine tabi olmalıdır.
Seçimlerin sonuçlarının Türkiye’ye gerçek potansiyelini gerçekleştirme yoluna sokacak yeni ve dinamik liderlerin bir an önce çıkmalarına vesile olmasını diliyorum.