30 Ağustos Zafer Bayramı’nı Bağımsızlık Savaşımızın son perdesi olan Büyük Taarruzun 1922’de tamamlandığı gün olarak kutluyoruz.
Bugün Cumhuriyetimizin 100’üncü Yılını kutlamaya hazırlandığımız günlerde Zaferin kime ve neye karşı kazanıldığını hatırlamak ve bununla yüzleşmek zorundayız.
Türkiye’de kitleleri vatan kavramıyla tanıştıran Namık Kemal oldu. “Vatan Yahut Silistre” eserinin sahnelenmesi ve halktan büyük ilgi görmesi üzerine Payitaht tarafından gönderildiği sürgünlerde 47 yaşında vefat etti.
O zamana dek Halife Sultana mülk olan topraklar üzerinde yaşayanlara ait olmaya başladı.
Türkiye’de kitleleri “halk” kavramıyla tanıştıran ise Mustafa Kemal Atatürk oldu.
O zamana dek Halife Sultan’a tebaa olan ümmet, kendisini millet olarak tanımaya başladı.
Kurtuluş Savaşı vatan için verilen bir halk savaşıdır.
Bu yönüyle işgalcilere karşı verilmiştir.
Osmanlı yönetiminde iki asır önce Tuna nehri boylarında başlayan gerileme, Sakarya nehri boylarında durdurulmuştur.
Durduran orduların başında, Halife Sultan’ın İngiliz ordusunun İstanbul’u, Payitahtı işgaliyle uzlaşması ardından 23 Nisan 1920’de Ankara’da kurulan Millet Meclisinin verdiği yetkiyle Büyük Taarruza komuta eden Mustafa Kemal Paşa vardı.
“Kaçmaya mı geldik, ölmeye mi?”
Araştırmacı Sabahattin Selek “Millî Mücadele- Ulusal Kurtuluş Savaşı” kitabında (kendisi de Güney Cephesi Kurtuluş Savaşı kahramanlarından olan) Adana Milletvekili Damar Arıkoğlu’nun anılarından aktarıyor. Hem Bakanlar Kurulu Başkanı hem de Genelkurmay Başkanı görevlerini üstlenen Fevzi (Çakmak) Paşa ”rengi uçmuş, tıraş olmamış, kim bilir kaç gündür uykusuzluktan gözlerinin etrafı halka halka, elbisesi toz toprak, perişan kıyafette” kürsüye gelir.
“Arkadaşlar” der; “Yunanlıların çok üstün kuvvetle yaptıkları taarruza karşı asker ve subaylarımız insanüstü bir gayretle kahramanca savaştılar. Harp çok kanlı oldu. Ağır zayiata uğradık. Şehir, bölge harbi yapmıyoruz; hedefimiz nihai zaferdir. Hükümet merkezimizi Kayseri’ye taşımaya karar verdik. Hazırlığa başlamanızı rica ederim.”
Ortaklık karışır. Dersim Mebusu Diyap Ağa söz alır: “Efendiler biz buraya kaçmaya mı geldik, yoksa kavga ederek ölmeye mi geldik?”
Meclis’te iki eğilim ortaya çıkar. Ankara’yı savaşmadan terk etmemek ve orduyu bu hale getiren komutanları cezalandırmak.
Fevzi Paşa tekrar kürsüye çıkar. Bütün sorumluluğu üstüne alır “Vereceğiniz cezayı şahsen, şimdiden kabul ederim” der. Onun bir altında da İngiltere destekli işgalci Yunanistan ordularıyla yüz yüze savaşan Batı Cephesi Komutanı İsmet (İnönü) Paşa vardır.
Tarih 23 Ağustos 1922’dir. Bunun üzerine Meclis Başkanı Mustafa Kemal’in orduya komuta sorumluluğunu üstlenmesi fikri ortaya atılır. Sert tartışmalar sonucu yetki verilir ve 3 gün sonra 26 Ağustos’ta Büyük Taarruz başlar, 30 Ağustos’ta zafer kazanılır.
Zafer kime karşı kazanıldı?
Zafer sadece işgalci İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan, Gürcü ve Ermeni ordularına karşı kazanılmakla kalmadı.
Bu işin askeri yönüdür.
Zafer aynı zamanda işgalcilerle uzlaşan Halife Sultan ve yandaşlarına karşı kazanıldı.
Evet, aynı zamanda bir iç savaştı. Millet Meclisi orduları işgalcilere karşı savaşırken bir yandan da cephe gerisinde onları sırtından hançerlemek için yeşil bayrak açıp cihat ilan edenlere karşı da savaştı ve kazandı.
Bu da işin siyasi yönüdür.
Yani zafer, “Keşke Yunan kazansaydı. Ne Hilafet yıkılırdı ne Şeriat” diyen Kadir Mısıroğlu gibilerine karşı da kazanıldı.
Zafer aynı zamanda Atatürk’ün Meclis başkanı koltuğunda maalesef oturtulup şimdi şehirlerimizin işgalden kurtuluşuna karşı çıkan İsmail Kahraman gibilere karşı da kazanıldı. Şu sözlerin bir TBMM başkanının ağzından çıktığını duymak acı veriyor:
• “İzmir’in kurtuluşu 9 Eylül, kim demiş? Ne münasebet. Cihan harbi bitti, müstevliler alacaklarının birkaç kat mislini aldı ve öyle gittiler, çekildiler. Kurşun sıkmadık ki.”
Sırada Cumhuriyetin 100’üncü yılı var
Dünyaya örnek olmuş Kurtuluş Savaşımızı, Büyük Taarruzu, Sakarya’yı, Dumlupınar’ı “Kurşun sıkmadık ki” diye aşağılamak için ya tarihine ve oturduğu koltuğa ihanet içinde olmak lazım, ya da ABD Altıncı Filosuna nazır namaz kıldırıp gençleri 1969 Kanlı Pazar’a kışkırtacak kadar Cumhuriyetin kazanımlarına kin beslemek. İsmail Kahraman budur.
Belki biraz da bu nedenle Türkiye’de siyasi İslamcılar onu “İsmail Abi” diye el üstünde tutar. Halen Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesidir. Aynı Kurula üye Cemil Çiçek, Abdülkadir Aksu, Köksal Toptan’ın Kurtuluş Savaşımızı hiçe sayan bu gerici kindarlığa katılacağını hiç sanmıyorum.
Peki, itiraz ediyorlar mı? Bu kadarının da olmayacağını söylüyorlar mı? Söylemeleri gerekiyor.
Baksanıza, 2023 seçim yılında doğru, zamanında Kahraman’ı TBMM Başkanlığına seçtiren Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ilk kez 2022’de “Batı cephesi Komutanı İsmet Paşayı” da anarak İsmet İnönü’yü de olumlu bir cümle içinde kullandı. Birkaç ay önce siyasi İslamcıların hep değersizleştirmeye çalıştığı, İnönü’nün imzaladığı 1936 Montrö Sözleşmesi sayesinde Rusya’nın Ukrayna savaşında Türkiye’ye eşsiz bir diplomatik yer kazandırmıştı. Bu yıl Lozan Antlaşmasının 100’üncü yılı münasebetiyle, başkanlık ettiği Millî Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısı bildirisinde Lozan’ın da övüldüğüne tanık olduk.
Zafer, Cumhuriyet, Hilafet
29 Ekim 2023’de Cumhuriyetin ilanının 100’üncü yılını kutlayacağız. 3 Mart 2024 ise Hilafetin ilgasının, Hilafet yetkilerinin TBMM’ye, yani millete devrinin 100’üncü yılı.
Şimdi başında Ali Erbaş’ın bulunduğu Diyanet’ten bizlerin vergisiyle maaş alan imam Halil Konakçı’nın TBMM’nin kaldırdığı “o makamı geri istiyoruz” demesi altında hangi gerici arzunun yattığı belki daha iyi anlaşılır.
Türkiye’nin 100 yıl önce Cumhuriyeti kurarken yaptığı stratejik tercihi 100 yıl sonra da koruması gerekiyor.
Zafer de Cumhuriyet de en çok ona layık olanlarındır. 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlu olsun.