Filistin topraklarında 2023’ten bu yana sürdürülen intikamcı katliam operasyonlarında can veren sivillerin görüntüleri yüreklerimizi dağlarken; dünya orduları tarihinin şeref listesinde yer alan kurucu mareşalimizin devlet adamı olarak “Savaş ve Barış” alanında kazandığı deneyim ve birikimlerine dayalı özgün liderlik mirasını konuşmak anlamlı olacaktır.
Öncelikle iki noktayı dikkatinize getireceğim:
İlki; Mustafa Kemal Atatürk’ün, 1905’ten 1918 sonbaharında Dünya Savaşı bitene kadar hayli geniş bir coğrafyada ordu karargâhlarında ve cephelerde bir imparatorluk kurmay subayı ve üst düzey uygulayıcı olarak 13 yıl çeşitli kademelerde komutanlık görevlerinde kazandığı birikimlerin oluşturduğu kuvvetli bir entelektüel arka plan vardır.
Diğeri, Atatürk’ün, savaşı idealize etmediği, bir diğer söyleyişle fazileti savaşta görmediğidir.
Savaşı ahlakileştiren ve rasyonelleştiren bir liderdir.
Bu yüzden savaşın nasıl ve ne zaman sona erdirilebileceği ve daha önemlisi barışın nasıl sürekli kılınabileceği de düşünmüştür.
Onun savaşın yüksek sevk ve idaresi ve barışın inşası sürecinde kritik kararlarına ve uygulamalarına dayandırdığım liderlik mirasını 6 başlık altında sınıflandıracağım.
1- Savaş zorunlu olmadıkça cinayettir
Atatürk’ün altın ortası savaşın zorunlu olmadıkça bir cinayet olduğu şeklindedir.
Bu altın orta kendi içinde barışçı bir felsefe, ahlâk ve etik duruş örneğidir.
Onun Millî Mücadele yıllarında Türk Milleti’ne liderlik yaptığı zaman diliminde farklı yerlerde söyledikleri bu tutarlılığının açık kanıtlarını oluşturmaktadır.
Atatürk, 16 Mart 1923 günü Adanalı çiftçilere savaş ve barış konusuna temel yaklaşımını şu şekilde ifade etmiştir:
• “Ne olursa olsun, şu ve bu sebepler için milleti savaşa sürüklemek taraftarı değilim. Savaş zaruri ve hayati olmalı. Hakiki kanaatim şudur: Ben milleti savaşa götürünce vicdanımda azap duymamalıyım. Öldüreceğiz diyenlere karşı ‘ölmeyeceğiz’ diye savaşa girebiliriz. Lâkin millet hayatı tehlikeye maruz kalmayınca, savaş bir cinayettir.
• “Devletlere verdiğimiz son karşı cevabı biliyorsunuz. Basit, meşru, hayati olan şartlarımızı devletler kabul etmezler de bizi savaşa sevk ederlerse, sakın telâş etmeyiniz. Emin olunuz ki, o zaman belki şimdikinden daha kuvvetli bir devre nail olacak, daha müsait şartlar temin edeceğiz. Ordularımızın maddi ve manevi tertibatı, tertibat sınırlarımızın her tarafında maddi, manevi teminatı elde etmeye kâfi bir kudrettedir.” (1)
2- Savaş bütün milletin katılımını gerektirir
Atatürk’ün savaşa milletin katılımı görüşü 1927’de Nutuk’ta ayrıntılı olarak şu şekilde yer almıştır:
• “Bildiğiniz gibi, savaş ve muharebe demek, iki milletin; yalnız iki ordunun değil, iki milletin bütün varlıklarıyla, bütün maddi ve manevi güçleriyle, birbiriyle karşı karşıya gelmesi ve birbiriyle vuruşması demektir. Bunun içindir ki, bütün Türk milletini cephede bulunan ordu kadar duygu, düşünce ve hareket bakımından savaşla ilgilendirmeliydim. Yalnız düşman karşısında bulunanlar değil, köyünde, evinde, tarlasında bulunan herkes, milletin her ferdi silahla vuruşan savaşçı gibi kendini görevli sayarak bütün varlığını yalnız mücadeleye verecekti. Bütün maddi ve manevi varlığını vatan savunmasına vermekte ağır davranan ve titizlik göstermeyen milletler, savaş ve muharebeyi gerçekten göze almış ve başarabileceklerine inanmış sayılmazlar.
• “Gelecekteki savaşların biricik başarı koşulu da en çok bu söylediklerimin kapsamında olacaktır. Avrupa’nın askerlikçe ileri durumda olan büyük milletleri daha şimdiden bu tutumu kanun haline getirmeye başlamışlardır. Biz, Başkomutan olduğumuz zaman Meclis’ten bir vatanı savunma kanunu istemedik. Fakat, Meclis’ten aldığımız yetkiye dayanarak verdiğimiz, kanun niteliğinde olan belirli emirlerle bu amacı gerçekleştirmeye çalıştık. Millet, bundan sonra, bugüne kadar kazanılmış birikimleri de gözden geçirerek aziz vatanı saldırılamaz duruma getirecek sebep ve koşulları daha geniş, daha açık ve daha kesin olarak belirler.” (2)
Atatürk’ün savaşa milletin katılımı uygulamasında elbette biricik ve vazgeçilemez öncü kuvvet, milletin seçkin ve fedakâr evlatlarından oluşan kahraman ordusudur.
Bu yaklaşımında vurucu güç olarak orduya yüklediği misyonu ve görevleri farklı zaman ve yerlerde öne çıkarmıştır.
3- Savaş yönetimi ehliyetli ve demokratik olmalıdır
Atatürk, savaşta komuta sorunu açısından Çanakkale’de ve ardından en yüksek ve tek sorumlu olarak Sakarya ve Dumlupınar meydan muharebelerinde ehliyetli komutanın tayin edici rolünü kanıtlamıştır.
Özellikle son iki meydan muharebesinde savaşın demokratik yönetimine yönelik özgün değerlendirmesi ve uygulaması ilgili literatüre ciddi bir katkı oluşturmaktadır.
Atatürk, Millî Mücadele’nin siyasi organı Meclis’in ve silahlı mücadeleyi sürdüren Ordu’nun ihtiyaçlarına göre kendi kuramını düzenlemiş ve hukuk yoluyla sağladığı yetkiyle ve tartışmasız ehliyetiyle uygulamıştır.
Meclis’in bir gizli oturumunda savaş yönetiminin demokratikliği ilkesini şöyle anlatmıştır:
• “Milletlerde herhangi bir adam başkumandanlığı almışsa ve o bunu kendiliğinden almışsa ve onun hakkında bir yasa yoksa onun adına ‘diktatör’ derler. Yok, o adama o yetkiyi bir meclis vermişse, o adamın dayandığı bir meclis vermişse, yetkisi geniş olsun, sınırlı olsun o görevi kendisi yapmamıştır. Ona görevi veren meclis yaptırmıştır. Bu nedenle meclisin vermiş olması yasaldır.” (3)
Bu tutumu onun savaşın sevk ve idaresini tümüyle özgün kılar.
Kendisi millî lider olarak siyasetin önceliğini garanti altına almıştır.
Onun özgün bakışının iki yasal mekanizması vardır:
Birincisi, savaşın ehliyetli yönetimidir; ikincisi bu şekilde gerçekleştirilen savaş yönetiminin demokratikliğidir.
Bu yönüyle Atatürk yerli askerî düşünceyi geleneksel savaş literatüründen millî, akılcı ve bilimsel liderliğe taşıyan ve bir askerî zaferle Cumhuriyet Türkiye’sini inşa eden bir hareketin kurucusu ve en parlak sözcüsüdür.
Atatürk’ün savaş yönetimi modelinde ehliyetli yönetim (operasyonel mükemmellik) anlamındadır ve demokratik yönetim açısından bir tehlike oluşturmaz.
4- Savaşın sevk ve idaresi yabancılara bırakılamaz.
Bu konuda örnek diyaloglara başvuracağız:
Ali Fuat Paşa- Her yandan taarruza uğradığımız bir sırada bir taraftan harice kuvvet yollarken neden Medine’de, Gazze’de, Şeria’da ve Nablus’ta ve Bağdat’ın güneyinde zayıf birlikler bıraktınız?
Enver Paşa- Bu cephelerde Alman generalleri zaruri olarak kumandanlığa kabul edilmiş ve kendilerine geniş salahiyetler verilmişti. Binaenaleyh hareketlerine fazla müdahale edemiyorduk.
Hatırlanacaktır; Sina-Filistin cephesinde 7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa 20 Eylül 1917 günü bir raporla Başkumandanlık Vekâleti makamına başvurmuş ve neticede Alman Mareşal Falkenhayn ile tartışması sonucu görevinden istifa etmek zorunda kalmıştır.
Devam ediyoruz:
Ali Fuat Paşa– Goltz Paşa’dan sonra Irak cephesinde Türk kumandanlar vardı. Bunlara geri çekilme ve düşmanı daha derli toplu mevzilerde karşılamaları emri verilemez miydi?
Enver Paşa – Filistin cephesindeki Alman kumandanları Irak’taki kuvvetlerimizin daha gerilere çekilmesine rıza göstermiyorlardı; cenahların tehlikeye gireceğini iddia ediyorlardı.
Ali Fuat Paşa – Ruslar çekilmeselerdi ve İngilizler de yürümeye devam etselerdi Anadolu’nun bir istiladan kurtarılması mümkün olabilir miydi? 120 bin kişilik bir orduyu neden memleket dışına çıkardınız?
Enver Paşa – Müttefik devletlerin savaşlarında hangi devletin daha kuvvetli ve hangi devletin savaş sanayi diğerlerine yardım edebilecek vaziyette ise mutlaka savaş sanayinden mahrum devlet, harp sanayi daha kuvvetli ve zengin olan müttefikine râm olmaya mecbur kalıyor.
Bir de vaziyet ve şartlarda savaşın devamı esnasında bu derece vazıh (açık) olamıyor. Rusların 1917’de savaş sahnesinden çekilmesi ve sulh yapması bizim için hiç şüphesiz büyük bir kazanç olmuştur.
Eski Başkumandan Vekili şu samimi itiraf ile sözlerini tamamlamıştır:
“Ne çare ki müttefiklerimizle beraber bu yeni vaziyetten kâfi derecede istifade edemedik. Buna ben de kaniyim.
Ali Fuat Paşa “Yoruldunuzsa burada keselim Paşam,” diyor.“Yok, yorulmadım, bilâkis açılıyorum. Hem bir daha birbirimizi nerede bulacağız?”
Ali Fuat Paşa aktarıyor: Bunları söylerken adeta sesi titriyordu. (…) Gurbet çok acı şey. Bu manzara karşısında susmuştum.
Enver Paşa – Neden sormuyorsunuz?
Ali Fuat Paşa – Son bir sualim var Paşam. 9 Haziran 1918’de Batum, Kars ve Beyazıt mıntıkalarında süratle ve mükemmelen dört tümenli üçüncü orduyu ve altı tümenli dokuzuncu orduyu teşkile muvaffak oldunuz. Bunları Batum’un kuzeyine ve Kafkas ve İran Azerbaycanı’na gönderecek yerde Doğu hududumuzda kâfi kuvvet bırakıp kalanı ihtiyat olarak Anadolu içlerine çekemez miydiniz?
Enver Paşa – Savaşın 1918’de aleyhimizde olarak nihayet bulacağını tahmin etmemiştim. Bizden ve Almanya’dan evvel Bulgarların ve Avusturyalıların çökeceğini ve memleketimizin bundan sonra garptan bir yardım bekleyemeyeceğini düşünmüştüm. Bu sebeple Doğu’da memleketimiz için bir dayanak, bir kuvvet membaı aramaya mecbur oldum. Bu maksadı temin edebilmek için de iki ordu kurarak Kafkaslara ve Acemistan’a doğru sevk etmiştim. Eğer cephelerimizin çökmesi felâketi birkaç ay daha sonraya kalmış olsaydı, hem Doğu’da temine çalıştığım ikmal membalarını temin ve hem de Anadolu’nun ortalarında kuvvetli ihtiyatlar yığınağı vücuda getirecektim. Birincisini temin ederken hem müttefiklerimiz hem de biz mağlup olmuştuk. (4)
Sovyet General Mihail Frunze, Türk ordusu Eskişehir-Afyon hattında taarruz ederken, İstanbul bölgesinde İtilaf kuvvetlerine karşı kullanılmak üzere üç Sovyet kolordusunun Kocaeli bölgesinde yığınak yapmalarını teklif etmişti. Türk tarafı bu cömert desteği kabul etmemiş ve buna ihtiyaçları bulunmadığını kanıtlamak için Sovyet diplomatlarını cepheye götürerek Yunanlara karşı hazırlıklarını sürdüren Türk süvari tümenlerini göstermişti. (5)
5- Savaş zamanında bitirilmelidir
Antoine-Henry Jomini’nin Savaş Sanatı’nın Ana Hatları adlı klasik eserindeki şu uyarısı anlamlıdır:
“Zaferde itidal, zamanında durmasını bilmektir.” (6)
Atatürk’ün 1779-1869 yıllarında yaşamış İsviçreli askeri stratejist Jomini’yi okuduğu konusunda elimizde bir kanıt yok; muhtemelen okumamıştır.
Ancak Atatürk’ün liderlik mirasında temel ölçütlerinden biri doğru zamanda durmaktır.
Atatürk sağduyulu ve akılcı bir uygulayıcı olarak kendisini sınırlandırması gerektiğinin farkındadır.
Atatürk’ün liderlik mirasında savaşı bitirecek hedef/hedefler konusu önemlidir çünkü onların gerçekleştirilmesi savaşın ne zaman bitirileceğini belirlemektedir.
Lozan Antlaşması imzalandıktan 17 gün sonra Atatürk, 11 Ağustos 1923 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışında yaptığı konuşmada savaşın zamanında bitirilmesinin hangi müzmin ihtilafları ve millî tehlikeleri etkisiz kıldığını tek tek sıralamıştır:
“Efendiler, doğuda Trabzon’u, güneyde Adana’yı içine alan Büyük Ermenistan’dan eser kalmamıştır. Ermeniler, tabii olan sınırları içinde bırakılmıştır.”
“[1877-78] 93 muharebesinde Türk vatanından zorla ayrılan Elviyei Selâse [Kars, Ardahan, Artvin] tekrar sancağımız altına alınmıştır.”
“Kuzeyde Karadeniz’in en güzel ve en zengin sahilleri üzerinde kurulmak istenen Pontus hükümeti, buna taraftar olanlarla beraber tamamile ortadan kaldırılmıştır.”
“Güneyde nüfuz bölgeleri adı altında memleketimizi parçalamak ümitleri tamamıyla kırılmış, milletin azmi ve yiğitliği karşısında Türkiye’yi parçalamanın ham bir hayal olduğu kabul ettirilmiştir.”
“Türkiye’ye her medeni memleketin istifade ettiği haklar tanıttırılmıştır.”
“Yine güneyde, serveti ve kabiliyeti bakımından vatanımızın en parlak ümidi olan Adana ve onun gibi birçok şehirlerimiz, mustarip oldukları istiladan kurtarılmıştır.”
“Batıda, en mamur yerlerimiz, İzmir ve Bursa gibi şehirlerimiz, Paşaeli [Doğu ve Batı Trakya’ya Paşaeli denilmekte idi] ve tarihi Edirne’miz ve dünyanın arzusunu çeken İstanbul’umuz esaretten ve işgal boyunduruğundan kurtarılmıştır. Bundan başka bizi öbür medenî milletler sırasında geri bıraktıran adlî, siyasî, iktisadî ve malî zincirler kırılmıştır, parçalanmıştır.” (7)
6- Barış sürekli kılınmalıdır
Atatürk, Sakarya Meydan Muharebesi bütün şiddeti ve belirsizliğiyle devam ederken “Barış yanlısı mısınız?” sorusuna, “Savaş yanlısı olamam, çünkü savaşın fecaatlerini herkesten iyi bilirim,” diye karşılık vermiştir. (8)
Başkomutan askerlerini düşünerek zayiat vermekten hep kaçınmıştır.
Askerleri evlâtlarıdır ve onları titizlikle gözetmiştir.
Mudanya Mütarekesi’nden önce, Trakya’nın kurtarılması için çarpışmalı mı, yoksa ihtilafı müzakere ile mi çözmeli konusu tartışılırken; “Bir tek Türk Jandarmasının bile hayatını tehlikeye atmak istemiyorum,” demiştir. (9)
Atatürk’ün uluslararası diplomaside dayandığı temel ilkesi, liderlik yaklaşımının doğrudan bir sonucudur.
O, sorunların barışçı yöntemlerle çözümü ve eski düşmanlarla ve komşularla sürekli dostluk politikasını kendisine rehber yapmıştır.
Nitekim eski düşmanlarla dostluk diplomasisi karşılık bulmuştur.
Yunanistan Başbakanı Venizelos, Norveç Nobel Barış Ödülü Komitesi’ne gönderdiği 12 Ocak 1934 tarihli mektupta, “Mustafa Kemal Paşa’yı bu yılki Nobel Barış Ödülü adayı ilân ediyorum,” diye yazmıştır. (10)
Onun 1936 yılında Boğazlar ihtilafının çözümü için hamlesi diplomaside barışçı yaklaşımının parlak bir ürünüdür.
1939 yılında Hatay krizinde varılan nihaî çözüm de öyledir.
Fransa’ya karşı son derece ısrarcı bir diplomatik baskı uygulanmıştır. Ama silaha başvurulmamıştır.
Gerçekleştirilmesine önderlik ettiği Balkan Paktı ve Sadabat Paktı barışa içten bağlılığının sağlam kanıtlarıdır.
“Barış istiyorsan savaş için hazırlan”
Aynı dönemde Atatürk 1 Kasım 1935 günü Meclis yasama yılı açılış konuşmasında milletine “barış istiyorsan savaş için hazırlan” talimatını da bir daha yinelemiştir:
“Olaylar, Türk milletine, iki önemli kuralı yeniden hatırlatıyor: Yurdumuzu ve haklarımızı savunacak kuvvette olmak… Barışı koruyacak uluslararası işbirliğine önem vermek…” (11)
21 Haziran 1935 tarihinde Glayds Baker’la görüşmesinde uluslararası bir askeri kurumlaşmanın caydırıcı güç şeklinde oluşturulmasını önermiştir:
“Eğer savaş bir bomba infilâkı gibi birdenbire çıkarsa milletler savaşa engel olmak için, silahlı direnişlerini ve mali güçlerini saldırgana karşı birleştirmekte tereddüt etmemelidirler. En hızlı ve en etkili tedbir, muhtemel bir saldırgana, saldırının yanına kâr kalmayacağını açıkça anlatacak uluslararası teşkilâtın kurulmasıdır.” (12)
Atatürk’ün, 17 Mart 1937 günü Romanya Dışişleri Bakanına söylediklerini 33 günden beri Filistinlilerin karşı karşıya bulundukları büyük felâketin nasıl sona erdirilebileceğinin tartışıldığı bugünlerde tekrarlamanın anlamlı olacağını biliyorum.
86 yıl önce Kurucu liderimiz konuk dışişleri bakanına şunları söylemiştir:
“Dünya milletlerinin mutluluğuna çalışmak, başka bir yoldan kendi huzur ve mutluluğunu sağlamaya çalışmak demektir. Dünyada ve dünya milletleri arasında barış, açıklık ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendi kendisi için ne yaparsa yapsın huzurdan yoksundur. Onun için ben sevdiklerime şunu salık veririm: Milletleri yönelten ve yöneten insanlar, doğal olarak önce ve en önce kendi milletinin varlığının ve mutluluğunun yapıcısı olmak isterler. Ama aynı zamanda bütün milletler için de aynını istemeleri gerektir. Bütün dünya olayları bize bunu açıktan açığa kanıtlar. En uzakta sandığımız bir olayın bize bir gün çarpmayacağını bilemeyiz.”
“Bunun için insanlığın hepsini bir varlık ve bir milleti bunun bir parçası saymak gerekir. Bir bedenin parmağının ucundaki acıdan öteki bütün uzuvlar da etkilenir.”
“Dünyanın filan yerinde rahatsızlık varsa bana ne,’ dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa, tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla ilgilenmeliyiz. Olay ne denli uzak olursa olsun bu temel ilkeden şaşmamak gerekir. İşte bu düşünüş, insanları, milletleri, hükümetleri bencillikten kurtarır. Bencillik, kişisel olsun, milli olsun her zaman kötü olarak değerlendirilmelidir.” (13)
Savaşa giden yolda en yaşamsal ders savaşın doğasının değişmediğini unutmamaktır.
Yani bir savaş haklı gerekçelerle yapılmıyorsa (hayati değilse) cinayettir.
Savaşın değişmeyen doğası teknolojinin büyüleyici dünyasında
Hiç aklımızdan çıkarmayalım ki savaşın değişmeyen doğası teknolojinin büyüleyici dünyasında direnişini sürdürmektedir.
Atatürk, savaşın, beka krizinin öne çıkardığı bir liderdir.
Bu anlamda Atatürk’ün liderlik mirası bugün onun takipçilerine dağın öte yüzünü görmek için bilgelik; sorunlara odaklanmak için sabır, riskleri yönetmek için cesaret gerektiğini söylemektedir.
Atatürk tarafından uluslararası ilişkilerde güç kullanımının ahlâki ve rasyonel sınırları berrak bir şekilde çizilmiştir.
Daha önemlisi, bir savaşın nasıl ve ne zaman başlayacağı ve ne zaman sona ereceği Türk İstiklâl Savaşı örneğinde gösterilmiştir.
1930’larda Avrupa ülkelerinin liderleri savaş hazırlıklarını tırmandırırlarken, savaş alanlarından yükselen profesyonel bir askerin, yaşamsal önem taşımayan savaşların “cinayet” olduğunu söylemesi ve “Yurtta barış, dünyada barış” şeklinde bir barış ilkesi formüle etmesi gerçekten önemlidir.
Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada Kafkasya’da, Balkanlar’da ve Orta Doğu’da barışın korunmasında veya yeniden oluşturulmasında ve süreklilik kazandırılmasında Türkiye Cumhuriyeti’nin “yurtta barış, dünyada barış” formülü ve Atatürk’ten miras kalan “savaş” ve “barış” ilkeleri çatışan bütün taraflar için yararlıdır.
Yalnız bu ütopik barış taraftarlığı ile karıştırılmamalıdır.
Değişen koşullar dikkatle izlenmeli ve dinamik bir şekilde yorumlanmalıdır.
11 Ağustos 1923 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi açılışında yaptığı konuşma esasen onun barış antlaşması imzalandıktan sonra bile iç ve dış güvenlik alanında son derece gerçekçi pozisyon alışının en açık kanıtıdır:
“Şurasını hatırdan çıkarmamalıdır ki, bu kadar fedakârlıkların meyvesini elimizden kaçırmamak ve geçen belâlarla felâketlerin bir daha geri dönmesini imkânsız kılacak tedbirleri almak, bizim için her günün düşüncesi olmalıdır.”
“Fakat emin olalım ki, bunun için kuru bir dikkat ve uyanıklık, safça bir kıskançlık yetmez. (…).”
“Efendiler, bugün ulaştığımız barışın, ebedî bir barış olacağına inanmak saflık olur. Bu o kadar mühim bir gerçektir ki, onu bir an bile akıldan çıkarmak, milletin bütün hayatını tehlikeye atar.”
“Şüphesiz haklarımıza, şeref ve haysiyetimize saygı gösterildikçe, karşılıklı saygıda kusur etmeyeceğiz. Fakat ne çare ki, zayıf olanların haklarına saygının noksan olduğunu veya hiç sayılmadıklarını çok acı tecrübelerle öğrendik.”
“Onun için Efendiler, bütün ihtimallerin isteyeceği hazırlıkları yapmakta asla gecikemeyiz.” (14)
Evet, bütün ihtimallerin gerektirdiği hazırlıkları yapmakta asla gecikemeyiz.
Devlette süreklilik ve Lozan Antlaşması
Lozan Barış Antlaşması’ndan 100 Yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti liderliği tarafından 9 Ağustos 2023 tarihli Milli Güvenlik Kurulu bildirisinde, “Eşsiz fedakârlıklarla kazanılan Milli Mücadelemizin sonunda imzalanan Lozan Barış Antlaşması’nın yüzüncü yıldönümünde de tarihin Türkiye Cumhuriyeti’ne yüklediği mesuliyetin gereklerinin yerine getirildiği ifade edilmiş; bölgemizde bir asır barış ve istikrara temel teşkil eden antlaşma ile kurulan düzenin bu tarihi belge ile milletimizin menfaatleri doğrultusunda tahkim edilmesine yönelik kararlılık teyit edilmiştir.” şeklindeki açıklamayı bu açıdan hayli anlamlı ve güven pekiştirici buluyorum. (15)
Son olarak Kurucu Liderimizin çok önemli bir uyarısını aktarmak istiyorum:
“Bugünün hayat şartları içinde bir tek kişi için olduğu gibi, bir millet için de kudret ve yeteneğini fiili eserlerle gösterip ispatlamadıkça kendisine değer verilmesini ve saygı gösterilmesini beklemek boşunadır. Kudret ve yetenekten yoksun olanlara değer verilmez. İnsanlık, adalet ve mertliğin gereklerinin yerine getirilmesini bütün bu niteliklere sahip olduğunu gösterenlerden isteyebilir.” (16)
“İnsaf ve merhamet dilenmekle millet işleri, devlet işleri görülemez. Milletin ve devletin şeref ve bağımsızlığı korunamaz…”
“İnsaf ve merhamet dilenmek gibi bir ilke yoktur. Türk milleti, Türkiye’nin gelecekteki çocukları, bunu bir an evvel akıldan çıkarmamalıdırlar.” (17)
Bulunduğumuz coğrafyada bütün ihtimallerin gerektirdiği hazırlıkları yapmakta asla gecikemeyiz!
Dipnot:
- Atatürk’ün Bütün Eserleri, (İstanbul, Kaynak Y., 2005), Cilt 15, s. 215.
- Nutuk, (Bugünkü Dille Yay. Haz. Zeynep Korkmaz), (Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi Y., 2018), s. 442.
- TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt 3, s. 340.
- Ali Fuat Cebesoy, Milli Mücadele Hatıraları, s. 16-24.
- Tevfik Bıyıklıoğlu, Atatürk Anadolu’da 1919-1921, (Kent B. Ekim 1981), s. 159.
- Antoine Henry Jomini, Savaş Sanatı’nın Ana Hatları, (Çev. Selma Koçak), (İstanbul, Doruk Y., 2002), s. 36.
- Gazi Mustafa Kemal İstiklâl Savaşını Anlatıyor, s. 22-24.
- Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, (İstanbul, Birikim Y., 1981), s. 113.
- Özer Ozankaya, Dünya Düşünürleri Gözüyle Atatürk ve Cumhuriyeti, (İstanbul, T. İş Bankası Y., 2000), s. 137.
- Enis Tulça, Atatürk, Venizelos ve Bir Diplomat, Enis Bey, (İstanbul, Simurg, 2003), s. 54.
- Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, (Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi Y., 2006), s. 832.
- Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, s. 829.
- Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, s. 843-845.
- Gazi Mustafa Kemal İstiklâl Savaşını Anlatıyor, (İstanbul, Akbank Y., 1981), s. 24 ve 26-27.
https://www.mgk.gov.tr/index.php/09082023-tarihli-toplanti - Nutuk, s. 459.
- Nutuk, s. 258.NOT:
(*) Bu makale, “Savaşta ve Barışta Kemal Atatürk” kitabının da yazarı, Prof. Dr. Hikmet Özdemir tarafından ilk olarak 8-9 Kasım 2023 günlerinde Ankara’da düzenlenen “Uluslararası 10. Atatürk Kongresinin” Açılış Konferansı için hazırlanmış ve okunmuştur.