Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 11 Haziran’da tam 18 yıl sonra bir CHP lideri ile CHP Genel Merkezi’nde gerçekleştirdiği görüşme, uzun yıllardır devam eden siyasi kutuplaşmanın belki de artık sonuna geldiğimizin bir işareti olarak yorumlanabilir. Bu buluşma, uzun süredir birbirini dışlayan, diyalogdan kaçınan ve müzakere etmeyen iktidar ve muhalefet arasındaki dönemin sonuna mı işaret ediyor? Muhafazakâr ve seküler ayrışması üzerinden kutuplaşan toplum, artık normalleşme sürecine mi giriyor? Demokrasi ile otoriterlik üzerinden kurulan ittifaklar yumuşuyor ve koalisyonların yeniden şekillenmesine mi yol açıyor?
Siyasal dilimize salgınla girdi
Bugün bu soruları sormamıza yol açan “normalleşme” kavramı siyasi dilimize yaygın olarak COVID-19 salgını sırasında girdi. Salgının ilk dalgasının bütün hızıyla devam ettiği günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan bir basın açıklaması yaparak günlük hasta artışının artık binli sayılara gerilediğini, yoğun bakım ve solunum cihazına bağlı hasta sayısının sürekli azaldığını ve iyileşen hasta sayısının katlanarak arttığını belirtecekti. Bu tabloya bağlı olarak da normalleşmenin başlayacağını ve sınırlandırmaların kademeli şekilde esnetileceğini söyledi.
Her gün binlerce insanın henüz hiçbir bilinen tedavisinin olmadığı bir virüs yüzünden öldüğü bir dönemde yapılan bu normalleşme çağırısı büyük tepki aldı. Zira hükümetin salgının iktisadi maliyetinden kaçınmak için normalleşme çağrısı yaptığı düşünülüyor, ekonomik gereklilikleri ve piyasayı insan hayatının önüne koyduğu ileri sürülüyordu. Ama belki de daha önemli soru şuydu: normalleşme ile geri döneceğimizi varsaydığımız “normal” neydi?
Orta Doğuda normalleşme
Normalleşmenin siyasal dilimize pelesenk olduğu ikinci uğrak dış politika olacaktı. Dış politika bağlamında normalleşme bir çatışma döneminden sonra, diplomatik ve ekonomik ilişkileri yeniden tesis etme ve hatta güçlendirme sürecini ifade ediyordu. Orta Doğuda Arap ülkelerinin Eylül 2020’den itibaren İsrail ile ilişkileri normalleştirmek için imzaladığı İbrahim Anlaşmaları bölgesel normalleşmenin sembolü olacaktı.
İsrail ile normalleşme pek çok (muhalif) siyasal aktörün tepkisini çekti. Güvenlik kaygıları, ekonomik çıkarlar ve jeopolitik stratejiler de dâhil olmak üzere çeşitli faktörler tarafından yönetilen bu süreç Filistin’de kanayan yarayı görmüyor ve Filistin meselesinin bir kangrene dönmesinin önünü açıyordu. İsrail’in bölgesel düzene entegre edildiği normalleşme süreci ile geri döneceğimiz “normal” neydi?
Dış politikada normalleşme
Ortadoğu’daki bu normalleşme trenine kısa bir süre sonra Türkiye’de binecekti. Türkiye’nin 2011 Arap isyanları sonrası yürüttüğü dış politika pek çok devlet ile Türkiye’nin diplomatik ilişkilerinin bozulmasına ve bölgesel aktörler arasında, Doğu Akdeniz’dekileri de içeren Türkiye karşıtı bir bloğun ortaya çıkmasına neden olmuştu.
Ancak Orta Doğudaki normalleşme süreci, Ankara’yı bölgesel hegemonya arzularını yeniden gözden geçirmeye zorluyordu. Etkisi artan ekonomik kriz Ankara’nın hem dış finansman hem de yatırım bulma çabalarına öncelik vermesine yol açıyordu. Bunun için de hem Batı ile hem de bölge ülkeleri ile bozulan ilişkilerin “normalleşmesi” gerekiyordu.
Normalleşme adımları çerçevesinde BAE ile Arap Baharı ve Libya iç savaşı konusundaki farklı siyasi duruşlar nedeniyle gerilen ilişkiler düzeltildi. Ekonomik işbirliği anlaşmaları ve diplomatik temaslar yoğunlaştırıldı. 2018’de Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’daki Suudi Arabistan Konsolosluğu’nda öldürülmesinin yarattığı kriz karşılıklı ziyaretler ile rafa kaldırıldı. İsrail ile 2010’daki Mavi Marmara olayı sonrasında bozulan diplomatik ilişkiler yeniden canlandırılarak, karşılıklı büyükelçiler atandı, enerji ve ticaret alanlarında işbirliği sağlandı. Mısır ile 2013’te Muhammed Mursi’nin devrilmesiyle krize giren ilişkiler diplomatik temaslar ve ekonomik işbirliği ile yeniden başladı. Yunanistan ile Ege ve Akdeniz’deki deniz yetki alanları ve Kıbrıs meselesi gibi konular üzerinden sık sık yaşanan ve kopma noktasına gelen ilişkiler liderler arası görüşmeler ve diyalog mekanizmaları oluşturularak azaltıldı.
Kısacası dış politikada normalleşme eski düşmanlarla diyaloğa girildiği, ilişkilerin yeniden tesis edildiği, ekonomik çıkarların ön plana alındığı bir süreci ifade ediyordu. Türkiye’nin 2011-2021 arası döneminin “olağanüstü önemler gerektiren olağanüstü bir dönem” olduğunu ve artık bu olağanüstü gerginliklerin kaldırılmasının zamanı geldiğini ifade ediyordu. Ancak artık ortada geri dönebileceğimiz bir “normal” düzen olmadığı gibi, ortaya çıkmakta olan “yeni normal”in de tam anlamıyla ne olduğu belirsizdi.
Ekonomide normalleşme
2023 seçimleri sonrasında başka bir normalleşme sürecine tanık olduk. Seçimleri az bir farkla da olsa geniş bir muhalif blok karşısında kazanan Adalet ve Kalkınma Partisi ve Cumhurbaşkanı Erdoğan normalleşmenin sinyallerini ekonomide verdi. Zira Türkiye ekonomisinde artık alarm zilleri çalıyordu.
Seçim zaferinin hemen sonrasında Hazine ve Maliye Bakanı olarak atanan Mehmet Şimşek ekonomide yüksek enflasyona neden olan politikaların bırakılacağını ve ortodoks ekonomi politikalarına geri dönüleceğini ifade etti. Artık Türkiye uluslararası piyasalara güven veren “normal” bir ekonomi politikasını uluslararası piyasalara güven veren bir bakan aracılığıyla uygulayacaktı. Uluslararası piyasalar ile ilişkinin “normalleşme”sini hedefleyen bu politikalar kısa sürede ilk meyvelerini verdi. Finansal kuruluşlar ekonomi politikasının normalleşmesinin yatırımcılar ve derecelendirme kuruluşları arasında güveni yeniden tesis ettiğini tek tek açıklıyorlardı.
Ancak ekonomik normalleşme tam da 2024 yerel seçimlerinde iktidarın ilk kez ikinci parti olmasının ana nedenlerinden birisi haline geldi. Uluslararası piyasalar bildikleri normale kavuşurken, ücretliler bildikleri “normali” hızla kaybediyorlar ve bu kayba paralel olarak iktidarı sandıkta cezalandırıyorlardı. Bir diğer deyişle AKP’nin seçmenle kurduğu otoriter pazarlık bozulmuştu.
Siyasette normalleşme
2024 yerel seçimleri sonrasında yeni bir normalleşme sürecine tanık olmaya başladık. Ama bu sefer “normalleşme” terimini kullanan aktör muhalefetin en büyük partisi olmaktan Türkiye’nin en çok oy alan partisi olmaya terfi etmiş CHP’ydi. Son dönemde hemen her alanda “normalleşme” süreci yürüten iktidar ise bu süreci normalleşme değil, “yumuşama” olarak adlandırıyordu.
Bu kavram seçiminin hiç tesadüfi olmadığını hemen belirtmek isterim. “Normalleşme”, tipik olarak bir kesinti veya anormallik döneminden sonra standart veya beklenen koşullara dönüş anlamına gelirken; “yumuşama”, özünde doğru bir politikanın kademeli olarak dozunun azaltılması veya hafifletilmesi anlamına geliyor. Bu açıdan, hükümetin ve muhalefetin siyasi olarak arzuladığı şeyin aynı olmadığını ve “normalleşme/yumuşama” terimlerinin yeni bir iktidar mücadelesinin alanını oluşturduğunu belirtmek önemli.
İktidar açısından “yumuşama”
İktidarın yumuşama politikasının temel motivasyonları dış politikanın normalleşme motivasyonları ile benzer. Uluslararası piyasalar ve makro ekonomik dengeler açısından artık sürdürülemez hale gelen ama seçmen açısından “acı reçete” anlamına gelebilecek ekonomik normalleşmeyi mümkün kılmak. Bunu ciddi bir oy kaybı yaşamadan yapabilmek için de ekonomi politikalarına (ve bunların bedeline) ortak edebileceği “uysal” bir muhalefet inşa etmek.
İktidar bloğu içinde dışarıya sadece buharının yansıdığı ciddi bir kaynayan kazan olduğu da muhakkak. Bu kazan alternatif ortaklar ile kısmi de olsa müzakere etmeyi gerekli kılıyor. Zira son 20 yılda AKP iktidarının iktidarda kalabilmesinin en temel yolu her seferinde yeni duruma uygun yeni ortaklar bulabilmesinden geçti. Hiçbir zaman resmi bir ortaklık mertebesine erişmese bile, farklı olanaklar ve olasılıkları açık tutmak diğer siyasal aktörleri disiplin altında tutmanın da bir yolu oldu hep. Bu ortaklığın bir resmi koalisyon ortaklığına da dönüşmesi gerekmiyor, karşılıklı çıkara dayanan alverci bir müzakere alanı mümkün. Bu müzakere alanının sınırları şimdilik çok belirsiz. Erdoğan’ın ana gündem maddelerinden birinin anayasa değişikliğine destek olduğunu biliyoruz, ama desteğin somut talepleri belirsiz.
Bu belirsizliğe rağmen iktidar açısından yumuşamanın hedefi açık: İktidarı sürdürmeyi kolaylaştırmak, muhalefetin popüler olmayan ekonomi politikalarına tepkisini azaltmak ve bunları yaparak iktidar süresini uzatmak.
Muhalefet açısından “normalleşme”
Ancak yumuşama/normalleşme süreci sadece iktidarın kurduğu bir siyasi müzakere alanı değil. CHP açısından da başarı bunu sadece iktidarın kurduğu bir siyasi müzakere alanı olmaktan çıkarmakla doğrudan ilişkili. Ancak asıl sorun iktidar ve muhalefet arasında asimetrik güç ilişkilerinin hala çok belirgin olduğu bir durumda bunun ne kadar mümkün olabileceği. Seçmen desteği açısından bu asimetri (şimdilik) değişmiş gibi gözükse de iktidar gücünün kullanımı açısından dengesizlik devam ediyor.
Üstelik tıpkı iktidar açısından olduğu gibi muhalefet açısından muhtemelen normalleşmenin somut talepleri belirsiz. Gezi davası, anayasanın tam olarak uygulanması, emekli aylıkları/asgari ücret artışları gibi talepler duyduklarımız. Ancak bu somut taleplerden daha ziyade CHP açısından normalleşmenin olası iki hedefi var. İktidar hedefine odaklı “sorumluluk” sahibi bir parti olduğunu AKP/MHP seçmenine gösterip kendisine iktidar bloğundan daha fazla oy kaymasını sağlamak. Ve de olası bir seçim kazanma durumunda seçimli otoriter sistemlerin en önemli sorunlarından biri olan “barışçıl iktidar devri” sorununu iktidara “güvenli çıkış” yolu sağlayarak tesis etmek.
Normalleşmenin sütunları
Başta sorduğum sorulara geri dönerek bitireyim. Bu buluşmalar uzun süredir birbirini dışlayan, diyalogdan kaçınan ve müzakere etmeyen iktidar ve muhalefet arasındaki dönemin sonuna gelmemiz anlamında bir normalleşme. Çünkü Özgür Özel’in dediği gibi normali, siyasilerin konuşması. Ancak Türkiye’nin bozulan demokrasisinin rayına girmesi ya da toplumsal gerilimlerinin çözülmesi anlamında bir “normalleşme” değil. Tarafların hedefi de bu değil. Zira zaten bu açıdan tesis edeceğimiz ya da geri döneceğimiz bir “normal” de yok. Peki tam da bu nedenle “normalleşme” muhalefet açısından bir massedilme riski içermiyor mu?
Johannes Gerschewski, otoriter rejimlerin istikrarı üzerine yaptığı analizde, üç temel sütun tanımlar: meşruiyet, baskı ve massetme. Meşruiyet, rejimin seçimler gibi araçlarla toplumsal onay elde etme mekanizmasıdır. Baskı, muhalefete yönelik güç ve zor kullanımı içerir. Massetme ise, potansiyel rakipleri veya muhalifleri teşvikler veya iktidar pozisyonları sunarak entegre etme stratejisidir. Bu üç sütun, otoriter rejimlerin istikrarını ve uzun ömürlülüğünü sağlamak için birlikte çalışır. Özellikle meşruiyet ve baskı sütunlarında kapasite azaldığında, iktidar potansiyel rakipleri dahil eder.
Normalleşmenin yeni bir iktidar mücadelesinin alanını oluşturduğu bir siyasal süreçten CHP’nin iktidar tarafından massedilmeden çıkabilmesi normalleşme sürecinin yanına siyasal inşa kapasitesini ne kadar koyabildiğine bağlı olacak.