Neresinden bakarsanız bakın, Türkiye-AB ilişkilerinin mevcut durumu, moral bozucu bir tablo sunuyor. Bırakın AB müktesebatının gereği olan tam üyelik müzakerelerini (ki bu konuda yaprak kımıldamıyor) Brüksel ile tüm ilişkiler adeta durma noktasına gelmiş durumda.
Beş yıl önceki statükoya dönmek bile başarı sayılacak neredeyse.
Gümrük Birliği modernizasyonu, serbest vize rejimi, finans kanallarının açılması, dış politika ve güvenlik işbirliği, enerji ve iklim değişikliği girişimleri ve diğer kritik gündem maddeleri ne yazık ki derin dondurucuda.
Varsa yoksa kaçak mültecilerin Avrupa’ya geçmesini engelleme ve geri dönüş. Arada da Rusya yaptırımlarına neden katılmıyorsunuz, ne zaman insan hakları ve özgürlükler karnesini düzelteceksiniz gibi sorular.
Güney Kıbrıs’ın neredeyse her girişimi sürekli veto etmesi ve Türkiye’nin siyasi ve ekonomik menfaatlerinin büyük ölçüde göz ardı edilmesi acil çözümler bekleyen başlıca meseleler arasında.
Türkiye dosyası arka sıralarda
Şurası açık ki hem Brüksel’de hem de Ankara’da yeni bir stratejik yaklaşım gerekiyor, şayet ilişkilerin yeniden açılması isteniyorsa. Öyle görünüyor ki, “hala AB genişlemesine ve değerlerine bağlıyız” tarzında (Brüksel’de pek içten bulunmayan) demeçlere bakılırsa sanki biz istiyoruz da Brüksel tarafı ayak sürüyor gibi.
Ama kuşkusuz bu böyle gitmez, sürdürülebilir değil; malum, tango için iki partner gerekiyor, tek başına mümkün değil.
Hem AB’nin karmaşık dengeleri, üye ülkeler dayanışması ve oybirliği karar mekanizması hem de bizim mevcut hükümet politikaları ve kafa yapısı ile bu sorunların aşılması pek mümkün görünmüyor.
Dahası, Türkiye gibi zorlu bir dosya ile ilgilenmesi bu aşamada pek muhtemel değil çünkü AB kendisi de zor sorunlar ile boğuşuyor.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sonrasında yaşanan enerji krizi, yükselen fiyatlar, Çin’in otomotiv sanayinin rekabet gücünü altüst etmesi, Türkiye üzerinden, Kuzey Afrika’dan, Ukrayna’dan mülteci akını, 27 üye ülkenin farklı beklenti ve öncelikleri, yükselen aşırı sağ, ABD’nin AB özerkliğini aşındıracak şekilde patronaj geliştirmesi…
Derinleşen tıkanıklıklar var
2019’dan bu yana neredeyse hiçbir resmi ilerleme sağlanamamış olması ve halen statükoya geri dönmek için çabalamamız bu ilişkinin geleceğinin bugün itibariyle belirsiz olduğunun en iyi özeti.
Gümrük birliğinin tarım ve hizmetleri de dahil edecek şekilde modernizasyonu ve genişleme müzakereleri gibi konular, Türkiye için uzaklaşmış hedefler haline gelmiş durumda.
İnanılır gibi değil ama 60 yıllık çabadan sonra Türkiye’den ekonomik ve siyasi bakımdan geride, daha dünkü komünist ülkeler tam üye olarak girerken Türkiye, sanki komşu bir ülke gibi algılanıyor; “transactional” yani ihtiyaç oldukça konuşulacak bir ülke muamelesi görüyor.
Bu durum, bir kısır döngü yaratıyor.
AB dışladıkça veya Türkiye’ye yönelik kendi çıkarına da olacak adımları atamadıkça Ankara’yı yeni dünya güç dengelerinde Türkiye’yi yanına çekmeye çalışan Moskova ve Pekin’e doğru itekliyor. Batı’ya rakip olarak konumlanmakta olan BRİCS üyeliği ve Şanghay İşbirliği Teşkilatı ile flörtü konuşuluyor.
AB ve ABD koordinasyonu
AB, büyük ölçüde sorumlusu olduğu bu durumdan dolayı da Türkiye’yi eleştiriyor, artık bıkkınlık duyan, tünelin ucunda üyelik ışığını göremeyen Türk kamuoyunda ise AB karşıtı duyguların yükselmesine neden oluyor.
Sonuç olarak, karmaşıklaşan uluslararası dengelerde bu gidişle hem Türkiye gibi stratejik bir ülkenin kaybedilmesi, hem de Türkiye’nin AB gibi bir bloktan edinebileceği stratejik çıkarları kaybetme riski doğuyor.
Yani, Türk-AB ilişkileri şayet yakın gelecekte “oyun değiştirici” bir dönüşüm yaşamazsa bir “kaybet-kaybet” denklemi ile karşı karşıyayız.
Atlantik ötesindeki ABD de farklı bir strateji izlemiyor Ankara’ya karşı. Daha doğrusu, Brüksel ile Washington, Türkiye politikalarını koordine ediyor. Tıpkı Çin, Rusya ve İran politikalarında olduğu gibi. Yani, birinde iyileşme olmazsa diğeri de parmaklarını kımıldatmayacak gibi.
Kıbrıs engellemesi
Güney Kıbrıs’ın sürekli veto hakkını kullanarak Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerini bloke etmesi sanıldığından daha önemli bir engel. Bu yüzden Kıbrıs meselesi, sadece AB-Türkiye ilişkilerinde değil, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki jeopolitik hamlelerinde, ekonomik ve enerji politikalarında da karşılaştığı diplomatik zorluklardan biri haline geldi.
Benim gördüğüm, Rumların tuzu kuru. AB üyesi olmanın sağladığı elindeki kozları cömertçe kullanıyor. Tek başına ya da Yunanistan ile birlikte alamayacağı tavizleri AB üzerinden kotarmaya çalışıyor. Vetolarının dikkate alınmaması halinde diğer kritik AB kararlarını veto etmekle tehdit ediyor ve isteklerini kabul ettiriyor.
Bundan kuşkusuz AB de ciddi zarar görüyor ama birlik içi dayanışma prensibi ve oybirliği karar alma mekanizması değişmedikçe farklı hareket etmesi zor üye ülkelerin.
Kıbrıs’ta bizim savunduğumuz uluslararası alanda eşit, egemen eşit ve iki devletli çözüm yaklaşımı ne yazık ki görünür gelecekte kabul edilemez görünüyor, Brüksel’den bakınca. Aynı şekilde bizim pozisyonumuz da belli, değişmesi de beklenmiyor.
Ve bu sorun kalıcı bir çözüme kavuşturulmadıkça da Türkiye’nin AB ile olan ilişkileri güçlükle, o da “transactional” çizgide ilerleyecektir. Belki bu da Ankara açısından net bir siyasi seçim olabilir.
Kopenhag Kriterlerine uyumsuzluk
Aslına bakarsanız Kıbrıs meselesi, Türkiye-AB ilişkilerinin sorunlarının sadece bir parçası.
Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerine uyum sağlayamaması veya sağlamak istememesi ilişkilerin yeniden canlandırılmasının önündeki en büyük engel, bana sorarsanız.
Kopenhag kriterleri, AB’ye üye olmak isteyen ülkeler için bir dizi temel demokratik ve insan hakları standardı getirmekte.
Türkiye’nin bu standartlara uyum konusundaki AB’nin geriye gidiş olarak tanımladığı yetersizlikleri AB eleştirilerinin odağında yer alıyor. Türkiye’nin ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü ve yargı bağımsızlığı gibi temel konularda reformlara kapalı görünmesi, “Ankara kriterleri”ne sarılması, Türkiye-AB ilişkilerini olumsuz yönde derinleştiriyor.
AB, bu durum karşısında Türkiye’yi bir tam üyelik müzakere ortağı olarak görmek yerine insan hakları ihlalleri ve demokratik standartların gerilemesi nedeniyle yoğun eleştirilerin, yaptırımların konusu yapıyor, Türkiye karşıtlarının ekmeğine yağ sürüyor.
Pratik olarak imkânsız gibi
Bu uyumsuzluk, Türkiye’nin reformist bir bakış açısına geri dönmesinin zorunluluğuna işaret ediyor
Tabii şunu da eklemeden geçemeyeceğim: AB’nin istediği her koşul ve reform talebi yerine gelse bile, başka engeller ve taleplerle karşılaşacağımızdan kuşkum yok. Yine de üyelik süreci, üyeliğin gerçekleşmesinden bağımsız olarak Türkiye’deki standartların, kalitenin, refahın ve karşılıklı yarar temelli angajmanların artırılmasına katkı sağlayacağı için önemli.
AB’ye son katılan üye ülkelerin yaşadığı sıçrama, bizi geride bırakmaları ve bizim ciddi gerileme kaybetmemiz düşünülünce daha iyi anlaşılıyor bu önem.
Zaten üyelik genişleme müzakereleri olumlu sonuçlansa bile her bir AB üyesinin, Avrupa Parlamentosunun, üye ülkeler parlamentolarının onayına ve referandum sonucuna bağlandığı için mevcut koşullar altında pratikte adeta imkânsız.
Türkiye’yi sindirmeleri zor
AB ile ilişkilerimizde yalnızca siyasi kriterler değil, Türkiye’nin coğrafi ve demografik büyüklüğü de hatırı sayılır bir gerilim kaynağı. 450 milyonluk AB, 90 milyona yaklaşan nüfusu ve geniş coğrafyasıyla Türkiye’yi tam üye olarak kabul ettiğinde, siyasi dengelerde ve karar mekanizmalarında büyük değişikliklere neden olacaktır.
Bu büyüklük sorunu, AB’nin iç siyasi dengelerinde Türkiye’ye yönelik kaygıların artmasına yol açıyor, özellikle en fazla nüfusa ve güce sahip Almanya ve Fransa’da.
Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve askeri gücü, AB’nin mevcut yapısında nasıl bir rol oynayacağı konusunda birçok ülkeyi endişelendiriyor. Polonya, Macaristan ve Kıbrıs ile ilgili yaşananlar aynı hatayı yapmamaya sevk edecektir mevcut üyeleri.
Brexit etkisi
Birleşik Krallık, Brexit ile AB’den çıkınca en önemli ve stratejik hareket eden, AB’yi sulandırmaya çalışan kilit bir müttefikimizi kaybettik. Onun yerini almaya aday ve Türkiye’yi stratejik perspektiften de değerlendirecek başka bir ülke yok bugün AB içinde. Aslında Türkiye’nin AB süreci içinde olması en fazla (hali hazırda sadece engeller inşa etmekle meşgul) Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın menfaatlerine hizmet edecektir, ama bunu görebildiklerini sanmıyorum.
Ancak dünyanın geleceğinde AB’nin jeopolitik, jeoekonomik ve jeostratejik güç kazanmasını isteyen ve bu hedefe en fazla Türkiye’nin üyeliğinin katkı yapabileceğini teslim eden Avrupalılar da eksik değil, onların sesinin daha fazla çıkmasına yönelik de geri planda çalışmalıyız.
Avrupa’da Müslüman kimlik algısı
Türkiye’nin Müslüman kimliği, AB ile olan ilişkilerde aşırı sağın yükselişi ile birlikte giderek daha belirgin şekilde öne çıkan bir diğer çekince kaynağı.
25 milyon Müslüman vatandaşı bulunan AB’de artan İslamofobi, Müslüman kimliğinin bir problem olarak algılanmasına yol açıyor.
Göçmen karşıtı söylemler ve laikliğin aşınmasına dair algılar, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik sürecinde halklar nezdinde bir endişe oluşturuyor.
Aşırı sağın yükselmesi ve İslam’a karşı tutumların sertleşmesi, Türkiye’nin AB nezdindeki imajını olumsuz etkiliyor.
Hükümet çevrelerinde sıkça dile getirilen “AB, bir Hristiyan kulübü olduğu için Türkiye’yi kabul etmiyor” söylemi, durumu yüzeysel bir düzlemde tartışmaktan öteye gidemiyor.
AB’nin din temelli bir birlik olmadığı gerçeği göz ardı ediliyor, Avrupalı fanatiklere mühimmat sağlıyor.
Aslında gerçek anlamda laik Türkiye AB’nin bu olası iç medeniyetler çatışmasını önlemesinin ilacı olacak, ama bunun çok iyi anlatılması ve anlaşılması gerekiyor.
Beyaz yakalı göç ve vize sorunları
Türkiye’den Avrupa’ya sadece kaçak göç değil, aynı zamanda siyasi iltica taleplerinin artışı, özellikle Almanya’da beyaz yakalı Türk vatandaşlarının göçüyle birlikte daha belirgin hale geldi. AB’ye Türkiye’den geçen 100 bin kişi siyasi iltica talebinde bulunmuş, bu taleplerin büyük çoğunluğu da, vize ile gelen Türk vatandaşlarından oluşuyor. İçlerinde beyaz yakalılar da var.
Bu durum, AB ülkelerinde Türkiye’den gelen göçmenlere karşı bir korku ve çekingenlik yaratıyor.
Avrupa’da vize başvurularının onur kırıcı gerekçelerle reddedilme oranının artması, Türkiye’nin beyaz yakalı iş gücünün Avrupa’da çalışma fırsatlarından mahrum kalmasına da yol açıyor.
Birçok komşu ülkeye Schengen bölgesine vizesiz giriş hakkı tanınırken, uzun zamandır genişleme sürecinde olduğumuz AB ile vize serbestisi görüşmelerinin çıkmaza girmesi, son birkaç kriterin yerine getirilememiş olması Türkiye’nin Avrupa’ya entegrasyonunu daha da zorlaştırıyor.
AB ülkeleriyle göç politikalarının gözden geçirilmesi, Türkiye’nin beyaz yakalı iş gücünün Avrupa’da daha fazla yer almasını sağlayabilir.
Türkiye, Avrupa’da yaşayan Türk vatandaşlarının haklarını savunarak bu konuda da daha aktif bir rol üstlenmelidir.
Yatırımların kesilmesi, turizmin yavaşlaması
Türkiye, yine Doğu Akdeniz gerginliği sonrasında alınan kısıtlama kararı nedeniyle son altı yıldır Avrupa Yatırım Bankası’ndan tek bir kuruş dahi yatırım almamaktadır.
Avrupalı yabancı yatırım akışı ve turist girişi azalıyor.
Bu durum, Türkiye’nin stratejik sektörlerdeki kalkınma projelerine büyük bir darbe vuruyor. Özellikle enerji ve ulaşım altyapısı gibi stratejik alanlarda Türkiye’nin Avrupa’dan destek alamaması, bu alanlardaki projelerin duraksamasına neden oluyor.
AB, rakip ya da zıt fikirli algılamaya başladığı Türkiye’yi Akdeniz ve Karadeniz’deki girişimlerde “bypass” etmeye çalışıyor. Türkiye, bu bölgesel projelerde adının bile anılmadığı, dışlanmaya çalışılan bir konumda.
Yeni bir başlangıç için
Türkiye-AB ilişkilerindeki derinleşen tıkanıklık, her iki taraf için de yeni bir başlangıcı zorunlu kılmaktadır.
Bu başlangıç, daha fazla entegrasyon yönünde olacağı gibi keskin bir stratejik kararla AB’den uzaklaşma istikametini de hedefleyebilir.
Mevcut zorlukların üstesinden gelmek için Türkiye’nin her halükârda stratejik bir dönüşüm sürecine girmesi şart.
27 ülkeden oluşan bu yapı, farklı büyüklükleri, menfaatleri ve öncelikleri bir araya getiriyor; bu nedenle Türkiye’nin AB ile ilişkilerini güçlendirmek için öncelikle birkaç temel alanda ilerleme kaydetmesi gerekiyor.
Ekonomik işbirliği
Türkiye, neredeyse ticaretinin yüzde 50’sini, dış yatırımların çoğunu gerçekleştirdiği AB ile ekonomik ilişkilerini derinleştirerek entegrasyonu artırma yönünde iradesini sürdürmelidir. Bu, gümrük birliği anlaşmasının güncellenmesi, yatırım ortamının iyileştirilmesi, arz tedarik zincirlerinin güçlendirilmesi ve yeni ticaret fırsatlarının araştırılması ile mümkün. Ayrıca, AB’nin yeşil dönüşüm hedeflerine uyum sağlamak amacıyla sürdürülebilir enerji ve çevre dostu projelere odaklanılması gerekmektedir. Elbette ki basını Çin, Rusya ve Hindistan’ın çektiği BRİCS ile alternatif düzenlemeler de ihmal edilmemeli.
Demokratik reformlar
Otoriter yönetimlerin yükseldiği bir dünyada Türkiye, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve demokrasi konularında saf tutmalıdır. Bu yöndeki reformlar, kendi insanımız için istenildiği kadar AB ile olan müzakerelerin ilerlemesi için de kritik öneme sahiptir. Özellikle basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve siyasi katılım gibi alanlarda iyileştirmeler, üyelik olsa da olmasa da Türkiye’nin entegrasyon sürecini hızlandırabilir.
Sığınmacı politikaları
Türkiye, AB ile mülteci krizine yönelik işbirliğini artırarak iki tarafın da yükünü hafifletebilir.
Düzensiz göç yönetiminde ortak uygulanabilir politikalar geliştirilmesi Türkiye’nin uluslararası alandaki itibarını artıracaktır. Kendi ülkesinden siyasi ve ekonomik mültecilerin AB’ye akmasını da sadece ve sadece demokrasi, eğitim, kaliteli iş ve refah standartlarını yükselterek gerçekleştirebilecektir.
Enerji güvenliği ve Yeşil Mutabakat
Türkiye, stratejik bir enerji koridoru olarak, AB’nin enerji güvenliği için hala kilit bir rol oynamaktadır. Bu bağlamda, enerji arzı çeşitliliğini artırmak ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmek, Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerini güçlendirebilir. Nükleer enerjide Rusya’ya aşırı bağımlılık gelecek için bir risk oluşturacaktır, ama bu teknoloji ve finans başka yerden gelmediği için halihazırda bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.
Görünüm parlak değil
Türkiye’nin AB ile olan ilişkilerinin geleceği pek parlak görünmüyor bugün itibariyle. İki tarafın karşılıklı beklentilerini anlaması, bu beklentiler doğrultusunda hareket etmesine bağlı ama iki tarafta da bu gerçeği kavrama konusunda nispi körlük var gibi görünüyor. Ağaç dalları ile uğraşmaktan ormanı göremiyorlar.
AB’nin Türkiye’ye yönelik tutumu, Türkiye’nin demokratik standartlarını yükseltme, yapıcı bir diyalog ortamının oluşturma çabasıyla şekillenecektir. Dünyanın nereye gittiğine dair öngörü ve uzak görüşlülük de AB’yi Türkiye’nin vazgeçilmezliği tespitine yöneltecektir. Düzenli kurumsal diyalog güveni ve işbirliğini zamanla arttırabilir.
Lakin 60 yılda olmamış şeyler sanki önümüzde 6 yılda olacakmış gibi bir rehavete kapılmayalım. Mevcut tıkanıklık yakın gelecekte açılmazsa değişmekte olan dünya jeopolitik, ekonomi, teknoloji ve enerji dinamikleri Türkiye’yi başka stratejik ortak seçeneklerini değerlendirmeye, AB eşiğinde beklemektense bugünkünden daha bağımsız ve kararlı hareket etmeye sevk edebilir, o zaman da Türkiye’yi AB’ye zamanında dahil etmemiş olmanın bedelini hem geleceğin AB’si hem de yanlış bir seçim yapılmışsa Türk halkı ödemek zorunda kalabilir.
At gözlüklerini çıkarmak gerek
Şahsi kanaatim: Kazan-kazan yaklaşım her iki taraf için de en iyisi ve at gözlüklerini çıkartıp ilişkileri en azından “pozitif gündem” çerçevesinde iyileştirme, Türkiye’deki reform sürecini teşvik etme, destek verme çabası yarın değil hemen bugün başlatılmalı. Ankara’da güçlü bir yeni iktidar işbaşına gelir, gerekli adımları süratle atar, liyakatlı ve ikna edici yeni yüzler ile masaya oturursa üç yılda gereken köklü dönüşümü sağlayıp AB’de de heyecan verici bir hareketlenme surecini sağlayabilir.
Bu tarihi bir sorumluluk, ekonomik dev, siyasi cüce AB ve kilit üye ülkeler için, dünyanın ekonomik, siyasi ve güvenlik bunalımlarının daha da artacağı, çatışmaların büyüyeceği yolundaki tahminlerin zirve yaptığı bir dönemde.
Yoksa bu gidişle manzara Ankara ve Brüksel (hatta bu ilişkinin perde gerisindeki etkili oyuncularından Washington) için hiç de iç açıcı olmayacak.