

4 Eylül 2025’te New York’ta BM çatısı altında düzenlenen Gazze toplantısına Türkiye ve ABD’nin yanı sıra birçok bölge ülkesinin liderleri katılmıştı. BM Güvenlik Konseyi’nin 17 Kasım 2025 /2803 sayılı kararında, Filistin tarafının rızası olmadan tasarlanan bir Barış Kurulu ve Uluslararası İstikrar Gücü öngörülüyor. (Foto: akparti.org)
Gazze’ye ilişkin son diplomatik gelişmeler, Türkiye’nin mevcut konumuna dair ilk bakışta çelişkili gibi görünen bir tablo ortaya koyuyor. Bir yandan Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın ABD, Katar ve Mısır’la birlikte Miami’de yürütülen üst düzey görüşmelere katılımı, Ankara’nın ateşkesin ikinci aşaması, savaş sonrası yönetişim ve insani erişim konularında diplomatik sürecin merkezinde yer almaya devam ettiğini gösteriyor. Diğer yandan ise Türkiye, Katar’da ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı (CENTCOM) öncülüğünde düzenlenen ve Gazze’de kurulması öngörülen Uluslararası İstikrar Gücü’nü ele alan toplantıya, İsrail’in vetosu nedeniyle davet edilmedi.
Dışlanma Avantaja Dönüştürülebilir
Bu dışlanma, Türkiye’nin Gazze’deki rolü ve etkisi üzerine yeni tartışmaları beraberinde getirdi. Ancak meseleyi yalnızca “davet edilip edilmemek” ya da askerî bir misyona katılıp katılmamak üzerinden okumak, asıl önemli ayrımı gözden kaçırma riskini taşıyor. Diplomatik angajman ile askerî angajman aynı şey değildir. Türkiye’nin Gazze’deki etkisi, bir güvenlik mekanizmasına dahil olup olmamasıyla değil; barışa, meşruiyete ve bölgesel istikrara ne ölçüde katkı sunduğuyla ölçülmelidir.
Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’nin istikrar gücü tartışmalarının dışında kalması otomatik olarak bir marjinalleşme anlamına gelmiyor. Aksine, İsrail’in itirazlarıyla çizilen yapısal sınırları görünür kılarken, Ankara’nın hangi alanlarda daha etkili olabileceğini de netleştiriyor. Asıl soru, Türkiye’nin her masada yer alıp almadığı değil; diplomatik sermayesini rızaya dayalı bir siyasi çözümü güçlendiren mekanizmalara mı, yoksa rızadan yoksun bir “istikrar” anlayışına mı yatıracağıdır.
Siyasi Uzlaşmasız İstikrar Misyonu
Siyasi bir uzlaşma zemini olmadan başlatılan uluslararası güvenlik misyonlarının sicili pek parlak değildir. Lübnan’dan Mali’ye, Afganistan’dan Somali’ye kadar birçok örnekte bu tür operasyonlar dar ve teknik görev tanımlarıyla yola çıkmış, zamanla yetki belirsizlikleri, amaç çatışmaları ve “misyon sürüklenmesi” ile karşı karşıya kalmıştır.
Gazze ise bu örneklerden çok daha karmaşık bir bağlam sunuyor. Savaşla harap olmuş, son derece yoğun nüfuslu bir alanda; otoritenin parçalı olduğu, hava sahası, sınırlar ve erişimin büyük ölçüde İsrail kontrolünde bulunduğu bir ortamda görev yapacak bir istikrar gücü, siyasi bir ufuk olmadan konuşlandırıldığında çözümün yerine geçme riski taşır. Böyle bir yapı, barışa köprü olmak yerine, mevcut çıkmazı yönetmeye çalışan bir mekanizmaya dönüşebilir.
Söz Hakkı Olmadan Katılım
Destekçiler, bu gücün yalnızca insani koridorların güvenliği, ateşkesin izlenmesi ya da sivil yönetimin desteklenmesi gibi sınırlı görevler üstlenebileceğini savunuyor. Oysa Gazze’de güvenlik, yönetişim ve insani erişim birbirinden koparılamaz. Sahaya inen her güç, çok kısa sürede silahlı olaylara müdahale etme, sivilleri koruma, rakip aktörleri dengeleme ve kurumsal boşlukları doldurma baskısıyla karşılaşacaktır. Tecrübe, bu tür “sınırlı” misyonların nadiren sınırlı kaldığını gösteriyor.
Türkiye açısından böyle bir misyona katılım, stratejik yönü üzerinde gerçek bir söz hakkı olmadan, başarısızlık ihtimali yüksek bir girişimin itibar maliyetini üstlenmek anlamına gelir. Bu çerçevede dışarıda kalmak bir geri çekilme değil; başkalarının aldığı kararların sonuçlarını üstlenmeyi reddetmektir.
Diplomatik Katkı ve Meşruiyet
Miami’deki görüşmeler, Türkiye’nin ateşkesi sürdürme ve Gazze’nin geleceğini tartışma çabalarına diplomatik düzeyde katkı sunduğunu ortaya koyuyor. Bu katkı önemlidir. Ancak dış aktörler arasındaki diplomasi, sahadaki meşruiyet eksikliğinin yerini tutamaz.
Önerilen istikrar gücünün temel zaafı burada yatıyor: Filistinliler, bu gücün yetkisini, kapsamını ve tasarımını belirleyen sürecin parçası değil. Gazze’nin güvenliği bir kez daha Filistinli siyasi aktörlerin dışında tartışılıyor. Bu durum, Filistinlilerin özne değil, politika nesnesi olarak görülmesine dayanan uzun bir pratiği yeniden üretiyor.
“Filistin iç bölünmüşlüğü” gerekçesiyle bu eksikliğin görmezden gelinmesi, geçmişte de işe yaramadı. Yerel sahiplenmeden yoksun müdahaleler çatışmaları dondurmaz; çoğu zaman daha da uluslararasılaştırır. Filistinlilerin rızası olmadan konuşlandırılacak bir güç, tarafsız bir koruyucu olarak değil, Gazze’yi yönetmeye yönelik dışsal bir araç olarak algılanacaktır.
Türkiye bugüne kadar Gazze politikasını onur, temsil ve kendi kaderini tayin ilkeleri üzerine kurdu. Bu ilkeleri dışlayan bir askerî yapıya dahil olmak, Ankara’nın tutarlılığını zedeler. Diplomatik olarak masada kalıp askerî uygulamadan uzak durmak ise Türkiye’nin kapsayıcı barış anlayışıyla uyumunu korur.
İsrail’le Askeri Temas Riski
İstikrar gücüne katılımın en somut riski, İsrail ile doğrudan bir askeri temas ihtimalidir. İsrail’in Türkiye’nin bu güce katılımına açıkça karşı çıkması, sembolik değil, derin bir siyasi güvensizliğin ifadesidir.
Böylesi bir ortamda Türk askerlerinin sahaya girmesi, en küçük bir yanlış hesaplamanın bile ciddi bir diplomatik krize dönüşme ihtimalini artırır. Türkiye’nin Gazze konusundaki açık eleştirel tutumu, iç ve bölgesel kamuoyundaki beklentiler ve İsrail nezdindeki algı, Türk unsurlarını “nötr” bir güç olmaktan uzaklaştırır.
Bu koşullarda askerî angajmandan kaçınmak bir zayıflık değil, stratejik akıldır.
Doğru Zemini Seçmek
Türkiye’nin Gazze’den uzaklaştığı söylenemez. Aksine Ankara, meşruiyetini koruyabildiği alanlarda etkindir: ateşkes diplomasisi, insani yardım savunuculuğu, siyasi diyalog ve yeniden inşa planlaması.
Askerî istikrar ise Türkiye’yi, kontrol edemeyeceği sonuçlara bağlama riski taşır. Bugün asıl liderlik, her krize askerî refleksle değil, doğru zemini seçerek yaklaşabilmektir.
Türkiye’nin Gazze’de yapması gereken geri durmak değil; nerede ve nasıl devreye gireceğini dikkatle seçmektir.


