İktidarın kontrolsüz artan enflasyon ve kura rağmen düşük faiz politikasında ısrar etmesi, faiz artırmaktan kaçınmak adına ciddi enflasyonist riskler içeren “kur korumalı TL mevduatı” gibi enstrümanlar ortaya koyması siyaseti yakından izleyen tüm kesimlerde büyük merak uyandırıyor.
İktidar partisinin yürütmedeki yaklaşık 20. yılında, üstelik de oy oranı hiç olmadığı kadar düşük seviyede seyrederken ve de seçimlere yalnızca bir buçuk yıl kalmışken, bu derece tartışmalı bir politikada neden ısrar ediyor olabileceği anlaşılmaya çalışılıyor.
Bu konuda çeşitli görüşler var şüphesiz. Bunlardan bir tanesine göre iktidar dini motivasyonla hareket etmektedir, yani düşük faiz politikasındaki ısrarın ardında İslami prensiplere göre faizin (riba) haram olması ile ilgili hükümler bulunmaktadır.
Bu söylemsel çerçeve, söz konusu politikalara meşru bir zemin kazandırıyor olabilir.
Fakat ana motivasyon sahiden de bu mu? Bugün ortaya konan yeni ekonomik modelin ardında gerçekten de dini tercihler mi yatıyor? Daha önemlisi, bu model ekonomik açıdan dezavantajlı bulunsa dahi mütedeyyin çevrelerce desteklenir mi?
Bir süre önce katılım bankaları üzerine yaptığımız bir çalışmada tam da bu soruya cevap aramıştık. Faiz konusunda hassasiyet gösteren ve birikimlerini faizsiz seçeneklerde değerlendirmeyi tercih eden, örneğin katılım bankalarıyla kar payı karşılığı (murabaha) çalışmayı seçen mütedeyyin bireyler, ekonomik olarak daha az kazanacak olsalar dahi yine bu seçimlerinde kalırlar mı? Yani dini tercihler ve ekonomik fayda arasında tercih yapmak durumunda olsalar seçimleri ne yönde olurdu?
Katılım bankalarında dolaylı faiz dengesi
Bu, cevabı çok kolay verilen bir soru değil. Bu konularda anket veya mülakat türü yöntemler yetersiz kalabiliyor çünkü “yaparım” diye düşünülenle, gerçekte yapılan her zaman birbirini tutmayabiliyor. Kişinin ayinesi söz değil iş oluyor, malum. Bu yüzden bakmak gereken dini ve ekonomik tercihler çeliştiğinde ortaya konan tercihlerdir. Fakat ikinci bir sorun daha var. Katılım bankalarını inceleyenler bilirler, bu bankaların sunduğu kar payları, konvansiyonel bankaların sunduğu faiz oranlarıyla nerdeyse birebir aynıdır. Bu sebeple, normal şartlar altında katılım bankasını tercih eden bir bireyin dini hassasiyetleri olduğunu söyleyebiliriz, ama bu hassasiyetin ekonomik çıkarlara ağır bastığını söyleyemeyiz. Tersine katılım bankalarının cazibesi zaten dini hassasiyet ve ekonomik çıkarları birleştirmesinde ve müşteriyi tercih yapmak zorunda bırakmamasında yatar.
Bu durumda dini ve ekonomik tercihlerin örtüşmeyip ayrıştığı nadir anları bulup onlara bakmak gerekir. Bu anlardan biri, merkez bankalarının politika faizinde yükseltme yaptığı dönemlerdir. Bu kararları takiben konvansiyonel bankaların mevduat ve kredi faizlerini, katılım bankalarının kâr payı oranlarını ayarlamaya gittiğini biliyoruz. Fakat katılım bankalarının kâr payı oranlarını ayarlamaları faiz ayarlamasına göre daha fazla zaman aldığı için, kâr payları faiz oranlarına yetişene kadar, konvansiyonel bankaların müşteriye daha fazla kazanç imkânı sunduğu kısa bir aralık oluşuyor.
Kâr payı faizin altında kalınca…
İşte dini ve iktisadi tercihler arasında ayrışma oluşan bu kısa aralıkta katılım bankası müşterilerinin ne şekilde davrandığı bize anlamlı bir veri sunuyor. Paranın önemli bir kısmı bu dönemde katılım bankalarından konvansiyonel bankalara kayıyor ve ancak kâr payları faizlere yetişince geri geliyor. Ancak küçük çekirdek bir grup ekonomik açıdan dezavantajlı kalmasına rağmen yerinde, yani faizsiz yatırımda kalıyor.
Bu ayrıntıları şunun için anlattım. Elbette Türkiye’de ve dünyada dini hassasiyetler bireylerin davranışlarına şekil veriyor ve bazılarımız için bu hassasiyetler daha güçlü. Fakat ekonomik faydalar da güçlü.
O halde diyebiliriz ki, evet, mütedeyyin bireyler, dini ve ekonomik faydaları örtüştüren seçeneklere yönelmektedir. Ekonomik açıdan kayıp yaşamadıkları takdirde, faiz konusunda içlerine daha çok sinen yatırımlara yönelip, bu tür politikalara destek verecek, bu seçenekleri diğerlerine tercih edeceklerdir. Fakat ekonomik çıkarlar ve dini tercihler ayrıştığında ikincisinin belirleyiciliği ciddi derecede düşecektir. Özetle, ekonomik çıkarlarla çelişecek seviyede bir faizsiz ekonomi talebi ülkemizde bulunmuyor. Nitekim Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin birkaç gün önce banka genel müdürleriyle yaptığı toplantıda katılım bankası yöneticilerinin de enflasyon oranı kadar faiz verilmesi gerektiği ile ilgili yaptıkları uyarı bunu gösterir nitelikte.
Muhafazakâr yatırımcı da kazancına bakıyor
Bunlardan hareketle 20 Aralık’ta alınan kararları ve olası etkilerini değerlendirecek olursak, düşük faizin ekonomik olarak kaybetmek pahasına benimseneceğini düşünmüyorum. Başka deyişle seçmen iktidara destek vermeye devam ediyorsa, demek ki ekonomik durumları söylendiği kadar kötü değildir. Yok eğer gerçekten kötü ise, önemli bir kısmının desteğini geri çekeceğini öngörebiliriz.
Dini muhafazakâr aktörlerle ilgili analizlerde sıkça yapılan bir hata onların rasyonel olmadığı varsayımı. Ben gerek kararı uygulayanların gerek destek verenlerin rasyonel aktörler olduğunu hesap etmek gerektiğini ve ideolojik tercihlerin yanı sıra bir kazanç motivasyonuyla hareket ettiklerini, edeceklerini düşünüyorum.
Elbette, rasyonalite varsayımı, aktörlerin kendileri için en faydalı seçeneği mutlaka bulabileceklerini veya bulsalar da oraya erişebileceklerini garanti etmez, çünkü beşer şaşar. Rasyonalite varsayımı ancak eylemlerin ardındaki motivasyonun “fayda elde etmek” olduğunu garanti eder. Bu noktada cevabını aramamız gereken, “Elde etmek istenen fayda ne?” veya “Kazanması hedeflenen kesim kim?” gibi sorular olmalıdır. Bugün bu sorulara hala net cevap verebilen yok, ki bu da ayrı bir yazı konusu.