1923 sadece Cumhuriyetimizin yüzüncü yılı değil, aynı zamanda Avrupa Birliği ile akdettiğimiz Ankara Anlaşmasının altmışıncı yılına tekabül ediyor. Bu süre zarfında ilişkilerimiz çok değişik aşamalardan geçti. Son birkaç yıldır ise bu ilişkilerde sürekli bir gerilemeye tanık olundu. Mayıs ayında yapılacak Cumhurbaşkanlığı ve TBMM seçimlerinden sonra AB ile ilişkilerimizin yeni bir temel üzerinde geliştirilmesi önem taşımaktadır.
Avrupa Birliği ile ilişkilerde genel durum
Uzun uğraşlardan sonra 1999 yılında Türkiye üyelik için aday olduktan sonra 2005 yılında üyelik müzakerelerine başladı. Ancak birçok AB üyesinin siyasi engellemeleri ile Kıbrıs sorunu nedeniyle bir noktadan ileri gidilemedi. 2015 ve 2016 yıllarında göç krizi nedeniyle AB ile yapılan mutabakatlarla ilişkilerde bir nebze iyileşme sağlansa da özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra bir türlü düzelemeyen gerileme yaşandı.
AB ülkemizde hukukun üstünlüğündeki gerileme, yargıdaki siyasileşme, ifade özgürlüğü gibi temel haklardaki eksiklikleri ileri sürerek ilişkilere kısıtlama getirdi. Keza Yunanistan ve Güney Kıbrıs ile Doğu Akdeniz’de yaşanan sorunlar nedeniyle AB ile her alanda ilişkiler gerildi ve durgunlaştı. Üyelik müzakereleri 2016’dan beri donmuş durumda. Vize muafiyeti için başlatılan süreçte Ankara’nın atması gereken bazı adımlarda hiç ilerleme olmadı. Yirmi beş yılı öncesinden kalan Gümrük Birliği’nin günümüz koşullarına uyarlanması için başlatılan çalışmalar da yine AB tarafından siyasi gerekçelerle durdurulmuş vaziyette. AB ile diyalog daha ziyade AB’nin öncelik verdiği göç, iklim değişikliği, enerji, ulaştırma ve güvenlik alanları ile sınırlandırılmış halde. Dış politika konularında ise zaten çok uzun zamandır işbirliği bulunmamaktadır.
Söylenmeyen engeller
Türkiye ile AB arasındaki ilişkileri düzeltmek için bazı gerçeklerin kabul edilmesi gerekmektedir. Türkiye AB ile olan ilişkilerini son zamanlarda söylemde kalsa bile daima üyelik hedefine oturtmuştur. Ancak mevcut koşullarda Türkiye’nin AB’ye olması mümkün değildir.
Türkiye temel haklar ve hukukun üstünlüğü konularından her koşulu yerine getirse ve Kıbrıs meselesi de tarafları tatmin edecek biçimde çözümlenmiş olsa bu kez esas söylenmeyen engeller karşımıza çıkacaktır. Türkiye’nin karşısındaki en büyük engel ne Kıbrıs sorunu, ne din ve kültür ne de tarih veya coğrafyadır. Bütün bu sayılanlar belli belirsiz oranlarda geçerli olsa bile, temel sorun nüfusumuzun büyüklüğüdür. Şu anda Almanya kadar nüfusa sahibiz. Bu da AB kurumları içinde Almanya kadar hakka sahip olmak demektir. AB yapıları içinde oy hakkı, Avrupa Parlamentosunda vekil sayısı, Komisyonda görev alacak memur sayısı gibi birçok husus nüfusa bağlıdır. Bu nedenle Türkiye bir anda en güçlü üyeler arasına girecektir. Bu da AB ülkelerinin çoğu tarafından arzulanmamaktadır.
Genişleme sorun halini aldı
Öte yandan, AB bir ikilemle karşı karşıyadır. Genişleme bugüne kadar AB’nin en başarılı dış politika manivelası olarak kullanıldı. Özellikle küçük ülkelerin AB’ye bağlanmaları için koşullar konarak AB politikalarına uyumlu hale gelmeleri sağlandı.
Avrupa kıtasında bir sonraki genişlemenin en olası bölgesi Balkanlardır. Bulgaristan ile Romanya’nın üyeliği nedeniyle AB yeni bir tanım getirerek Batı Balkanlar diye telaffuz ettiği bölgede eski Yugoslavya’dan parçalanan Bosna Hersek, Karadağ, Kosova, Kuzey Makedonya ile Sırbistan ve Arnavutluk potansiyel üye olarak duruyor. Ancak son genişlemeden ağzı yanan AB bu konuda oldukça yavaş hareket etmeye karar verdi. Macaristan ve Polonya ve bir nebze Çek Cumhuriyeti ile Slovenya’daki temel haklar ve hukukun üstünlüğüne aykırı politikalar nedeniyle yeni adaylara daha katı kriterler uygulanmaya başlandı.
Ukrayna’nın Rusya tarafından işgali üzerine geçen yıl hem AB hem NATO’ya üyelik için başvurdu. Bunu Gürcistan ve Moldova takip ettiler. Bunun üzerine Fransa Cumhurbaşkanı Macron “Avrupa Siyasi Topluluğu” adı altında Belarus ve Rusya dışındaki bütün Avrupa ülkelerini kapsayan yeni bir oluşum fikrini ortaya attı. Bu bir bakıma AB’ye aday ülkeler için bir oyalama mekanizması gibi görülebilir.
AB fazla genişlemiş ve özellikle önemli konularda görüş birliği ile karar alma çok zorlaştı. Yeni ülkelerin girmesiyle hantallaşmakta olan AB’nin bir çıkar yol bulması gerekmektedir. Bu meselenin bir çözümü AB’nin kendini değiştirmesinden geçmektedir. Şu anda tek bir üyelik şekli vardır. “Tam üyelik” diye bir kavram yoktur. Ya üyesiniz, ya da değil. İşte başka türlü bir üyeliğin olmaması birçok soruna yol açmaktadır.
Farklı üyelikler
Esasında AB içinde nasıl bir üyelik olabilir meselesi yıllardan beri tartışılmaktadır. İki viteslilik, iki aşamalı, değişik geometri, à la carte Avrupa gibi kavramlarla üyelik geliştirilerek daha hızlı entegre olmak isteyenler ile derinleşmeye karşı gelenler arasında ayrım yapılması zaman zaman gündeme taşındı. Ukrayna’nın Rusya tarafından işgal edilmesi girişiminden sonra yeni olmayan bu fikirler birçok düşünce kuruluşları ile bazı AB başkentlerinde tekrar ele alınmaktadır.
Farklı üyelik biçimleri kabul edilecekse böyle bir değişim AB antlaşmalarında uyarlama yapılmasını gerektirecektir. Her yeni antlaşma veya antlaşmalarda yapılacak önemli bir değişiklik üye ülkelerin parlamentolarında onay gerektirmekte, bazı ülkelerde ayrıca referanduma gitmeyi zorunlu kılmaktadır. Geçmişte birçok antlaşmanın referandumlarda reddedilmesinden sonra mutabakata varılan metinlerin değiştirilmesi gerektiği için AB bu süreçten kaçınmaya çalışmaktadır.
Farklı üyeliklerin oluşturulması halinde mevcut üyeler dahi buna göre seçim yapabilir. Böyle bir düzenlemede Batı Balkanlar, Türkiye, hatta Ukrayna ile diğer ülkelerin de Avrupa Birliği halkaları arasında yer bulma ihtimali yükselir. Böylece Avrupa kıtası gevşek de olsa gönüllü bir şekilde gerçekten bir araya gelme imkânına erişebilir.
Bunları ikinci sınıf üyelik değil de bekleme odası olarak tanımlamak daha doğru olur. Yine yerine getirilmesi gereken koşullar olacaktır. Koşullar tamamlandıkça daha ileri safhalara geçilebilecektir.
Ancak AB henüz böyle bir değişime hazır görünmemektedir.
Önümüzdeki dönemde Türkiye’yi ne bekliyor
13 Ocak 2022’de Cumhurbaşkanı Erdoğan AB Büyükelçilerine hitaben yaptığı konuşmada üyeliğimizin hala stratejik bir hedef olduğunu dile getirdi. Bu hedeften vazgeçildiğini kimse cesaret edip söyleyemiyor. Bunun bir yenilgi veya en hafifinden başarısızlık olarak görüleceğinden endişe ediliyor. Ancak bu korkudan da kurtulmalıyız. On yıllardır üyelik peşinde çabaladıktan ve bu uğurda birçok koşulu karşıladıktan sonra vazgeçmek elbette kolay kabul edilecek bir husus değildir. Fakat biz her isteneni yapsak bile Avrupa Birliği yapıları değişmedikçe üyelik olmayacaktır. Gerçek bu.
Peki, ne yapmalı? AB sadece temel haklar veya hukukun üstünlüğü konularını değil, son yıllarda Doğu Akdeniz’deki gerilimi de sık sık dile getirmektedir. Karşılıklı güven ancak uzun soluklu gayretlerle sağlanabilecektir. AB Türkiye’nin ekonomik nedenlerle de olsa 2020 sonlarından itibaren politikasındaki tedrici yumuşamasına karşılık sınırlı açılımlarda bulundu. Öte yandan, AB’nin ülkemize bakışı daha açık bir hal aldı. Her ne kadar Aralık 2021 de yapılan AB Zirvesinde Türkiye’nin aday olduğu belirtilmişse de bu ifadeler sözde kalmakta ve Türkiye artık gerçek anlamda bir aday olarak değerlendirilmemekte, sadece AB’nin çıkarları çerçevesinde ele alınmakta, evvelden bir öncelik olan temel haklar ve hukukun üstünlüğü gibi ilkelere sözüm ola değinilmektedir.
Türkiye AB için artık bir üçüncü ülke konumuna geldiği görüldüğünden arzulanan güven tesisi kolay olmayacaktır.
Türkiye’nin adalet reformu taahütleri
Öte yandan, Türkiye de, adalet alanında duyurduğu reformları, başta AİHM kararları olmak üzere, bir an önce uygulayarak hukukun üstünlüğüne saygısını göstermelidir. Burada ne yazık ki verdiğimiz taahhütlere uymuyoruz.
Geçmişe bakıldığında gelecek için epey ipucu ortaya çıkıyor. Son altmış yıl içinde iki tarafın kaçırdığı fırsatlar ve dar görüş açılarının olduğunu kabul etmek gerekir. İlişkilerimiz çeşitli dönemlerden geçti ve birkaç kırılma noktası yaşadı. Kendi hatalarımızdan dolayı bu noktaya geldiğimizi de bilmemiz lazım. Esas hata üyelik için 1970’lerde Yunanistan’ın AB’ye üyelik için müracaatından sonra birlikte hareket etmemek oldu. Bununla beraber, AB’nin güven bozucu davranışları da vardı. AB 2004 yılından göç krizi çıkana kadar Türkiye’yi hiçbir zirveye davet etmedi. Üst düzey diyalog kesildi. Üyelik müzakerelerine başlamışken Alman ve Fransız liderlerinin Türkiye’ye karşı tutumları Ankara’yı uzaklaştırdı. AB’ye karşı güvensizliğimizin üç kırılma noktası, 1997 Lüksemburg Zirvesi, 2004 Kıbrıs referandumları ve 2015 – 6 göç anlaşmaları oldu.
AB ülkeleri yeknesak olmayıp aralarında her zaman farklılık bulunmaktadır. Hatta ülkelerin tutumları da hükümetlere ve yaşanan andaki duruma göre değişebilmektedir. İstisnalar (Yunanistan, Güney Kıbrıs veya Avusturya) olsa bile sürekli Türkiye karşıtı ülke olmadığı gibi yine aynı şekilde Türkiye’ye destek veren ülke de her zaman yoktur. Bunlar çıkara göre değişmektedir. Zaten hiçbir ülkeden Türkiye’nin çıkarını düşünmesi ve bu amaçla destek vermesi beklenmemelidir. O nedenle Türkiye başka bir ülkenin desteğine ihtiyaç duymadan kendi çıkarını düşünmek zorundadır. Önemli olan komplekse kapılmadan ne istediğini bilmek, güçlü ama makul olmak ve bu amaca göre de çalışmaktır.
Ülkemiz bakımından üyelik hedefi AB’nin yapısı değişmedikçe gerçekleşmeyeceğinden dolayı, diğer alanlarda koşulsuz şekilde işbirliğine odaklanılması neticede yakınlaşmayı ve gerilimden uzak bir ilişki kurulmasını sağlayabilecektir. Gerçekleşmesi gittikçe uzaklaşan bir üyelik peşinde koşmak, talepkar konumda bulunmak eşitsizliğe yol açar. Üyelik gerçekleşmeyecekse onun gerektirdiği ve çıkarımıza uygun olmayan bazı hususları niye yerine getirelim.
Önümüzdeki dönem
Küresel ölçekte çalkantılar olmakta ve bundan hem Avrupa Birliği hem Türkiye etkilenmektedir. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali iki tarafı da doğrudan ilgilendirmektedir. Bunun ötesinde Amerika Birleşik Devletleri ile Çin arasında birçok alanda süre giden rekabetin silahlı bir çatışmaya da yol açması tartışılır hale gelmiştir. Orta Doğu ve Afrika’da gelişmeler, Güney Asya’da Hindistan’ın yükselişi bir yandan sınamalar yaratırken işbirliği imkanlarını da beraberinde getirmektedir.
Öte yandan klasik dış politika meseleleri dışında iklim değişikliği, sağlık meseleleri, siber tehlike, yapay zeka, uluslararası terörizm, uzaydaki yeni imkanlar ülkelerin tek başlarına çözümleyemeyecekleri sınır aşan konular olarak geleceğe yön verecektir. Bütün bu gelişmelere bakıldığında AB ile Türkiye’nin nitelikli bir işbirliği içinde olmalarından daha doğal bir husus yoktur. Ancak ortada olan bu gerçeğin tam algılanamadığını görüyoruz.
Öneri
Sonuç olarak Türkiye ve Avrupa Birliği ciddi bir şekilde geleceğe yönelik bir değerlendirme gerçekleştirmedikçe ilişkiler yap – boz şeklinde sürecektir. Bir tarafın harekete geçmesi gerekir. Türk dış politikası genellikle tepkiseldir. Eğer bir ilerleme arzuluyorsak bunun değişmesi ve Türkiye tarafından bir yol haritasının hazırlanması uygun olacaktır. Tekrarlamak gerekirse üyelik dışında bir ilişki seçimi yapmak taraflar arasında eşitlik sağlayabileceği gibi mevcut koşullarda daha gerçekçidir.
Ne istediğimizi ve neler yapmaya hazır olduğumuzu uygulanabilir bir biçimde belirledikten sonra AB ile bunları ele almak, gerginliği azaltmak ve sürdürülebilir bir ilişki oluşturmak iki tarafın da yararınadır. Bu çerçevede:
- Üyelik hedefinden vazgeçilmese bile mevcut koşullarda AB’ye üyeliğin gerçekleşemeyeceğini kabul ederek, üyelik müzakerelerinin peşinde olunmamalıdır. İlişkiler böylelikle daha eşit bir hale gelecektir. Aksi durumda AB’nin bazı ülkeleri müzakereleri bahane ederek ikili düzeyde taleplerde bulunmaya devam edeceklerdir.
- Demokrasiye sahip çıkılmalı, ifade özgürlüğü, yargının bağımsızlığı, hukukun üstünlüğün sağlanmalı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uymalıyız.
- Türkiye’nin vize muafiyetini sağlayacak adımları atmalı. Bu bakımdan ilk olarak geri kalan altı koşul yerine getirilmeli ve ardından AB’ye dönerek taahhütlerine uyması istenmelidir.
- 18 Mart 2016 tarihli mutabakatta Gönüllü İnsani Kabul Planı dahil AB’nin yerine getirmesi gereken diğer taahhütler hatırlatılmalıdır.
- Gümrük Birliği’nin güncellenmesi dahil tüm olasılıkları değerlendiren ticari ilişkilerin geliştirilmesine çalışılmalıdır. Buna ilişkin kamu alımları, hizmetler ve tarım sektörlerini içeren bir yol haritası sekiz yıl önce iki tarafça kabul edilmekle beraber, o tarihten sonra yeşil dönüşüm ve dijital ekonomi gibi meydana gelen gelişmeler karşısında bu yol haritasının dahi gözden geçirilmesi gerekir.
- Dış politika başta olmak üzere belli seviye ve alanlarda düzenli diyalog sağlanmalıdır. Sadece karşılıklı izahat değil bölgesel ve küresel çaptaki ortak çıkarlar çerçevesinde işbirliğine yönelik çalışmalar yapılmalıdır.
- Savunma alanında daha sıkı işbirliği sağlanmalıdır.
Sonuçta, sürdürülebilir bir ilişki, gerçekçi olduğu sürece herkesin yararına olacaktır. Böyle bir fırsat ise ancak ileriye geniş bir açıdan bakarak değerlendirilebilinir.