2018 Ağustos’unda yaşadığımız kur krizi ardından yeni bir kur şoku ile sarsılıyoruz. Nereden geldik buraya? Neden geldik? Bu soruların cevaplarını biz iktisatçılar yılmadan usanmadan uzunca bir zamandır yazıyoruz ve dilimiz döndüğünce anlatıyoruz. Çünkü büyük resme bakınca yapılması gerekenler ve yapılanlar arasındaki boşluğun giderek açıldığını ve kırılganlıkların birikmekte olduğunu görebiliyoruz.
Ancak bizim işimiz ekonominin tahlilini yapıp tehlikeli değerlere dikkat çekmek. Hastanın tahlil sonuçlarına bakıp hastalığın ne kadar ciddi olduğunu tespit edebiliyoruz ama hastanın tam olarak ne zaman yatağa düşeceğini söyleyemiyoruz. Hastayı zorla yatağa da yatıramıyoruz. Bir de kimi zaman hasta doktora söylemeden doping alıyor ve doktorun bunu fark etmesi zaman alıyor. 2019’un ikinci yarısında gelen faiz indirimleri sonrasında güçlü TL’yi yorumlamakta zorlanmamızda bu etkiliydi.
2017 sonrası Türkiye ekonomisinin tahlil sonuçlarına baktığımızda ne görüyorduk?
Koşucuyu zorlayıp hasta etmek
Genişleme odaklı politikalarla potansiyelinin üzerinde büyümeye zorlanan ve bu şekilde aşırı ısınan bir ekonomi vardı karşımızda. Büyümenin neresinin kötü diye düşünülebilir. Herkes ekonomi daha çok büyüsün ve daha çok üretsin ister, ama burada anahtar kelime büyümenin sürdürülebilir olmasıdır. Yani amaç koşucuyu ortalama hızının üzerinde koşmaya zorlamak değil koşucunun ortalama hızını artırmaktır. Aksi takdirde koşucuyu hasta edersiniz.
Potansiyel büyüme hızını artırmak ise üretkenliğin yüksek olduğu sektörlere yapılacak yatırımlar ve verimliliği, inovasyonu artırıcı politikalarla olur. Aksi takdirde, faizi düşürüp talebi artırarak kapasiteyi zorlama pahasına gelecek üretim sürdürülebilir olmaz. Çünkü kapasitesi zorlanan ekonomi enflasyon yaratır. Enflasyon kuru tetikler. Bu şekilde hem talep azalır hem de üretim maliyeti arttığından arz azalır. Yani büyüme sürdürülebilir olmaz.
Fiyat istikrarı sorunu
2018 krizi bu teşhisi teyid eden önemli bir dönüm noktasıydı. Hasta yatağa düşmüştü ve biz iktisatçılar hastanın ne şekilde iyileşeceğine dair acı reçetelerimizi yazmaya başlamıştık. Öncelikle kendi içinde tutarlı bir plan gerekiyordu. Para ve maliye politikalarının uyum içerisinde çalışacağı, kısa vadede ekonominin potansiyel büyüme hızının zorlanmayacağı, uzun vadede ise potansiyeli artırıcı yatırımlara ağırlık verileceği; kısa vadede fiyat istikrarının öncelik haline gelip faizlerin yüksek tutulacağı, uzun vadede ise düşen enflasyon ile birlikte faizlerin sürdürülebilir bir şekilde inişe geçeceği; kısa vadede eğitim politikasında köklü adımlarla yaratıcı düşünceyi destekleyecek, diploma değil vasıflı işgücü kazandırmayı hedefleyen bir eğitim sistemine geçerken uzun vadede yapısal işsizlik sorununun çözüleceği; kısa vadede serbest piyasa, şeffaflık, ve hukukun üstünlüğünü vurgulayan bir anlayışa geçilirken uzun vadede bu anlayışın beyin göçünü durdurup doğrudan yabancı yatırımları desteklediği bir reçete.
Zor olan teşhis değil
Böyle bir reçeteyi yazmak için çok yetenekli bir doktor olmanız gerekmiyor. Zira Türkiye ekonomisinin problemleri gizli saklı, daha önce görülmemiş ve anlaşılması zor problemler değil. Teşhis zor olmayınca tedavinin ne olacağını söylemek de zor değil. Zor olan o acı reçetenin uygulanması. Çünkü reçeteyi yazmak kolay olsa da reçetedeki ilaçları içmek zor.
2018 krizi sonrası dönemde yapılması gerekenler bunlarken uygulama maalesef yine kısa vadeye odaklı çözümler oldu. Kur krizi ve sonuçları nedeniyle faizler Eylül 2018’de 625 baz puan artırıldı. Sonraki aylarda ne oldu? Kurdan enflasyona olan geçişkenlik nedeni ile enflasyon yüzde 25’leri görüp sonrasında yavaş yavaş yüzde 15’li seviyelere indi. Faizlerin yüksek tutulması sonucu kur sakinleşti ancak 2019 ikinci yarısına girerken tekrar faiz indirimlerine başlandı.
Düşük faiz dolar talebini artırdı
Enflasyon düşerken politika faizi de kademeli olarak düşürülebilir elbette. Ancak kredibilitesi zayıf bir merkez bankası ve kırılgan bir ekonomi varsa bu konuda acele etmek kırılganlıkları artırır. Çünkü makroekonomik dengeler yerine oturmadan gelecek agresif faiz indirimleri enflasyonun kalıcı olarak düşeceğine dair inancı ortadan kaldırır. Bu durumda, devam eden faiz indirimleri karşısında TL varlıklar cazibesini yitirirken döviz talebi artar. Çünkü tasarruf sahipleri ellerindeki varlığın enflasyona karşı erimesini önleyip harcama güçlerini muhafaza etmek isterler. Bu durum ise kur üzerinde bir baskı yaratır.
2019 sonrası politikalarda biz iktisatçıları şaşırtan tam da bu oldu. Murat Çetinkaya’nın Merkez Bankası (TCMB) Başkanlığından alınması sonrası dönemde TCMB agresif bir faiz indirimine başlarken kurda beklenen artış gözlenmiyordu. Yani kan değerleri hastanın yatağa düşmüş olması gerektiğini söylerken hasta ayaktaydı. Bir süre sonra hastanın dopingle ayakta olduğu anlaşıldı. Önce piyasa uzmanlarının hesaplamaları ile TCMB’nin rezervlerindeki açık tespit edilirken neden sonra bu politika resmi makamlarca da doğrulandı. Yapılan şuydu: Ekonomiyi canlandırmak için faizler düşürülüyor, düşük faiz Dolar talebini artırıyor, bu durumun kur üzerinde baskı yaratmaması için TCMB döviz rezervleri satılıyordu.
İktisatçılar böyle bir “ilacı” tavsiye edip reçetelerine koymazlar. Çünkü eldeki rezerv sınırsız olmadığı için bu tür bir politika sürdürülebilir değildir. Amacınız iyi niyetle ekonomiyi canlandırmak da olsa bunu uzun vadeli ve güven sağlayıcı politikalarla değil kısa yoldan elde etmeye çalıştığınızda sadece başladığınız yere geri dönmekle kalmaz, geri geldiğiniz noktada daha kırılgan, yorgun ve hasta bir ekonomiyi devralırsınız.
Faiz artışına gidilir mi?
Ekonomide maalesef bu kırılma noktalarından birisini yaşıyoruz. COVID-19 krizi ise bir taraftan Dolar arzını daha da azaltırken bir taraftan bu dönemde uygulanan politikaların Döviz talebini daha da artırmasıyla kötü sonu hızlandırdı. Temmuz sonu itibariyle açıklanan rakamlara göre TCMB’nin brüt rezervleri 90 milyar USD. Bu rakamdan döviz cinsi yükümlülükleri çıkardığımızda 26 Milyar USD’lık bir net rezerv rakamı karşımıza çıkıyor. Bu rakamdan da swaplarla (yani geçici takas anlaşmaları ile) sağlanan 59 milyar USD’ı çıkarırsak geriye -33 milyar USD gibi ciddi olarak negatif bir rakam kalıyor.
Yolun bundan sonrasında ne olur? Faizi düşük tuttuğunuz sürece TL cazibesini yitirip Dolar talebi artıyor. Bu durumda kuru indirebilmek ya da en azından daha fazla artmasını engellemek için bir yol faiz artışına gitmek. Bu şekilde en azından içerideki tasarruf sahiplerinin yatırımlarının reel olarak değer kaybetmesi engellenecek ve bu şekilde yerlilerin Dolar talebi önlenecektir. Hafta sonu gelen mevduat faizlerinde artış kararı bu çerçeve ile tutarlı bir adım. Bu tür bir faiz artışının yabancı yatırımcıyı çekebilmesi ise kısa vadede daha zor görünüyor.
“Son numaralar” ne olacak?
Kuru sakinleştirmek için düşünülebilecek ikinci yol ise bir şekilde Dolar arzını artıracak bir swap ya da uzun vadeli anlaşma olacaktır. Ancak Fed özelinde bu tür bir olasılığa ihtimal vermediğimi bu köşede daha önce de yazmıştım.
Keşke işler bu noktaya gelmeden ve eldeki döviz rezervleri erimeden iktisatçıların uyarıları dinlenmiş olsaydı. 80’ler kuşağının popüler grubu Dire Straits’in meşhur şarkısı takılıyor aklıma: “Money for Nothing”. Türkçeye “Boşuna Para” diye çevrilebilir belki, ya da “Havadan Para…” Grubun solisti Mark Knopfler’ın “That ain’t working, that’s the way you do it” diye devam eden sesi kulaklarımda çınlıyor, yani “O yaptığın işe yaramıyor, böyle yapman lazım”. Yazıyı toparlamak üzere iken BDDK’dan aktif rasyosunun revize edileceği haberi geliyor. Bu sırada Spotify sıradaki Dire Straits şarkısını çalmaya başlıyor: “Your Latest Tricks” ya da “Son Numaraların”…
(*) İngiliz rock grubu Dire Straits’in hit şarkılarından birisi, “Havadan Para” olarak çevrilebilir.