Soli Özel
Bir insanlık utancı olan mülteciler konusunu unutmadan, Suriye’deki baş döndürücü son gelişmeleri tahlil edelim.
Suriye krizi, Türkiye’deki manik-depresif sendromları patlatacak bir kapasiteye sahip olduğunu daha önce de göstermişti. Ancak son dört günün gelişmeleri bu konuda tüm kriterleri alt üst etti. 27 Şubat akşamı yüksek sayıda askerin şehit olduğu ya da ağır yaralandığı, Rusya’nın da Suriye hava kuvvetleri ile birlikte formasyon yaparak gerçekleştirdiği saldırının ardından ülke şoka girdi. Dokuz yılın Suriye politikalarının muhasebesi çeşitli çevrelerce bir kez daha yapılmaya başlandı, İdlib’de neden bulunulduğu, stratejik hedefin ne olduğu tartışıldı. Yalnız Şubat ayında hayatını yitiren gençlerin sayısı 60’ı geçmişti ve ne uğruna öldükleri en azından bazı çevrelerde sorgulanıyordu.
Dış politikanın sorumluları kamuoyu önüne çıkmadığından, açıklamalar Hatay valisi tarafından yapılıyor, verilen bilgiye güvensizlik nedeniyle sosyal medyada sayısız spekülatif mesaj dönüp duruyordu. Zaten 27 Şubat felaketi yaşanmadan da Suriye politikasında varılan çıkmaz söylemi etkilemeye başlamıştı. Gencecik çocuklar aklı başında herkesin tahmin ettiği gibi hava koruması eksikliği nedeniyle canlarını kaybetmişken geçmişte Türkiye’ye kimsenin yan bakamayacağını yazıp söyleyenler çark etmeye başlamışlardı. ABD ve AB’nin sahayı ve kaderlerini Rusya’ya bırakmamak üzere Türkiye’ye yardımcı olmaları gerekiyordu yeni aldıkları pozisyona göre.
Propagandacı “analistler”
Aslında, çoğu iktidara bir şekilde yakın, iktidardan maddi olarak beslenen bu “analistlerin” aldıkları tavır, nesnel ve verilere dayalı değerlendirme ve önerilerden çok propaganda diye nitelenmeye uygundu. Böylesi kişilerin zaten bilgi düzeyleri ne olursa olsun sağlıklı analiz yapıp, gerçekçi önerilerde bulunmaları söz konusu olmaz. Aynı zamanda bir iktidar ihtirasına da kendilerini kaptırmışlarsa durum daha da kötüleşir. Nitekim Türkiye’nin Suriye politikasında baştan itibaren yayılmacı ihtiras ve ideolojik körlük nedeniyle atılan yanlış adımlar, biraz da iktidarın yakınındakilerindekilerin entelektüel derinlik eksikliğinden bile daha vahim bir zaaf olan entelektüel dürüstlük eksikliği nedeniyle düzeltilememişti.
1927 yılında yayınladığı ve dönemin aydınlarına yönelik şiddetli bir eleştiri olan La Trahison des Clerks (Aydınların İhaneti) başlıklı risalesinde Julien Benda dönem aydınlarının içine düştüğü sinisizmden dem vurur. Bu yaklaşımda “siyaset ahlaki olanı belirler” zira her şey iktidar içindir ve iktidar her şeydir. “Yeni aydınların adalet, gerçek ve diğer ‘metafizik muğlaklıkların’ ne anlama geldiğini bilmediklerini söyledikleri bir vakıadır; onlar için gerçek, yararlı olan tarafından, adil ise bağlam tarafından belirlenir.” Temel etik ilkelerini böylesine iktidara endeksleyenlerden ise dürüst düşünce üretmelerini beklemek safdilliktir. Gelecek dönemde bugünlerin muhasebesi yapıldığında yaşanan dış politika krizinin bu boyutuna da bakmak gerekecektir.
Bu sığlığın ve oportünizmin bir sonucu olsa gerek, S-400’ler alındığında sağcısından kendisini solcu sananına geniş bir yelpazede sevinç çığlıkları atılır, Rusya’ya nameler dizilirken bu kesimlerin önemli bir bölümü ani bir manevrayla Rusya düşmanı oluverdiler. Bu arada S-400’ler uğruna vazgeçilen F-35 projesinden çıkarılmamış ve bitmiş uçaklar teslim edilmiş olsa Türkiye’nin kendini çok farklı bir durumda bulabileceği de gündeme getiriliyordu. Onca kötülemeden sonra yeniden Batılı müttefiklere ve NATO’ya dönülürken, Rusya ilişkisinin ulviliğinden dem vuranlar Rusya’nın durdurulması için NATO ve AB’nin derhal harekete geçmesini talep ediyorlardı.
Moskova, Şam’ın zayıflamasına aldırmıyor mu?
Şehit cenazelerinin kalktığı evlerin hemen hepsinin, hayatını kaybedenlerin fakir ailelerden geldiklerini göstermesi vicdan sahibi kamuoyunda bir infial yaratıyor, riyakârlık dozu hayli yüksek milliyetçi çıkışlar pek yankı bulamıyordu. Genel kanı hava sahasını kontrol eden Rusya izin vermedikçe Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye rejimine yönelik tehdidini gerçekleştiremeyeceği yönündeydi. Erdoğan rejimin askeri güçleri son operasyonlarını başlattıkları çizgiye dönmedikleri, yani M-4 ve M-5 karayollarının kontrolünü bırakmadıkları taktirde TSK’nın harekete geçeceğini söylemişti.
Yaşanan şokun etkileri kamuoyunda sürerken 29 Şubat’ta Türk Silahlı Kuvvetleri hayli etkili olduğu anlaşılan bir harekât sonucunda Suriye ordusuna büyük zayiat yaşatmış, bazı haberlere göre dört Suriyeli subayı öldürmüştü. 1 Mart günü ise iki Suriye SU-34 uçağı Türk F-16ları tarafından düşürüldü. Görünen, Türkiye’nin müttefiki milislerin eline geçen ve M4-M5 kavşağını kontrol eden Serakip’e yönelik olarak Suriye güçlerine yardımcı olan Rusya, Türkiye’nin bu operasyonu karşısında engelleyici bir tavır almamıştı.
Bu olgudan yola çıkarak hava sahasını kontrol eden Rusya’nın bu gücüne karşı Türkiye’nin de Moskova’nın Ankara ile sürdürdüğü iş birliğinden vazgeçmek istemediği hatta bu nedenle bugüne dek koruduğu Şam rejiminin ağır bir darbe almasına göz yumduğu söylenebilir. Türkiye bir bakıma sahadaki tırmandırma üstünlüğünü maharetle kullanmış gibidir.
Eski diplomat Sinan Ülgen’in bir tweet zincirinde vurguladığı gibi Türkiye’nin bu iki uçağı düşürebilmesini sağlayan operasyonel gücü ağ merkezli NATO uyumlu bir mimariye dayanıyordu. Bir bakıma S-400 konusundaki anlamsız bazı tartışmaları ve Türkiye’nin stratejik kimliğiyle ilgili tereddütleri sona erdirecek bir anlam da taşıyordu.
İlk defa İran güçleri de vuruldu
Operasyon yalnızca Suriye güçlerine değil İran’a bağlı milis güçlere de ağır zayiat verdiriyordu. İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı arayarak ikili bir zirve talep etmesi Tahran’ın duyduğu rahatsızlığın bir işaretiydi. Bu harekata kadar Erdoğan’ın zirve taleplerini reddeden Rusya bu arada 5 Mart’ta iki ülke Başkanları arasında Moskova’da bir zirve yapılacağını ilan ediyordu.
Ülkedeki bozgun havası bir anda bitip yerini hayli coşkulu bir zafer havasına bırakıverdi. Eldeki sınırlı verilerle ve halen durumun hayli akışkan olduğunu vurgulayarak kısa bir değerlendirme yapmak gerekirse şunlar söylenebilir: Türkiye, iki ana arter karayolunun rejimin eline geçmesini engelleyerek Halep’teki varlığını ve bu şehri kontrolünü konsolide etmesinin önünü kesti. İran destekli milislere de saldırarak aslında tüm ilgili tarafların gücünü kırmak istedikleri Tahran rejimine bir darbe vurmuş oldu. İdlib’ten Afrin tarafına geçmek istemeyen ve bir kısmıyla iş birliği de yaptığı cihatçıların yerlerinde kalmalarını sağladı. Suriye denkleminden çıkmadığını, hatırı sayılır bir ağırlığı olduğunu gösterdi. Ancak bundan sonra neler yapacağı ya da durup durmayacağı, daha ileri gitmek istediği taktirde Rusya’nın ne tepki vereceği şu an için kritik sorular olarak önümüzde duruyor.
Türkiye’deki iktidar açısındansa Cuma günkü yenilmişlik hali bitmiş, tekrar gündemi belirleyecek bir zafer söylemiyle ortaya çıkmak mümkün hale gelmiştir.