Şu anda Türkiye’nin gündeminde bir sorun ve kriz enflasyonu yaşanıyor. Son konu, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın kızı Esra Albayrak’a yapılan terbiyesiz saldırıyı gerekçe göstererek sosyal medyanın tamamen yasaklanmasını istemesi. Bu ortamda Meclis’teki avukatlık yasasından işçilerin kıdem tazminatlarına el koyma girişimine, diğer taraftan seçimlere de el koyabilmek amacıyla kapalı kapılar ardında yürütülen yeni siyasi partiler ve seçim kanunu çalışmalarına dek her biri endişe veren adımlar atılıyor. Üstelik erken normalleşmenin acısı da çıkmaya başladı, pek çok ülke ikinci dalgaya hazırlanırken, Türkiye henüz ilk dalgayı atlatamamış görünüyor. Her biri tek tek kriz sayılabilecek adımlara topluca bakınca tablo daha da vahim görünüyor.
1- Koronavirüs henüz geçmedi: Hastalık oranlarının Haziran sonunda yüzlü, hatta onlu sayılara düşmesi Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın ve Bilim Danışma Kurulu’nun beklentisiydi. Hasta sayıları hâlâ 1200’ün üzerinde, Sağlık Bakanının tek tesellisi ise iyileşme sayılarında da artış olması. Mayıs sonundan itibaren Cumhurbaşkanlığının artık Bilim Kurulunun önerilerini dikkate almadığı anlaşılıyor ama, aslında Koca’nın açıklamalarının satır aralarında her şey var: salgın geçmiş değil. Erdoğan’ın uyarılara karşı erken ve cömert normalleşmeye geçmesi (İçişleri Bakanı Soylu’nun bir hafta sonu daha sokağa çıkma yasağı kararını geri aldığını hatırlayalım) büyük oranda ticaret ve turizm lobisi nedeniyle oldu; öncelik öyle belirlendi.
Ekonomi tıkırında değil
2- Ekonomi toparlanamıyor: Erken ve hızlı normalleşmedeki amaç, koronavirüs nedeniyle özellikle ikinci ve üçüncü çeyrekte yaşanması mukadder küçülmeyi turizm gelirleriyle hafifletmekti. Turizm Bakanı Mehmet Ersoy, Deniz Zeyrek’e “otellerin yarısı açılırsa başarı” demiş; endişe etmekte haklı. Ersoy ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun 2 Temmuz’da Almanya’ya gitmesi bekleniyor. Angela Merkel “Türkiye’ye gidin” derse Almanların akın akın Antalya’ya geleceğini ümit ediyorlar sanırım. Oysa geçenlerde yayınlanan bir ankete göre Almanların yüzde 87’si bu yaz tatilinde ne yapacağına karar vermiş bile: verenlerin yarısı evde geçirecekmiş. Avrupa Birliği (AB) ise 30 Haziran’da açıkladığı seyahat serbestisi olan ülkelere Türkiye’yi dahil etmedi; ABD ve Çin de yok. Gerekçesi COVID19. Otomotiv, beyaz eşya ve konut satışlarındaki canlanma, artan gümrük vergilerine rağmen düşmeyen ithalat giderini karşılamıyor.
3- Açığı çalışandan kapama: Erdoğan hükümetinin korona süresince çalışanlara verdiği en önemli destek, işten çıkarmaları yasaklaması oldu. Şimdi bir üç ay daha uzatıldı. Bu çalışan açısından iyi ama sonsuza kadar sürmeyecek. Hükümet, yazın turizm ve inşaat sektöründeki iyileşmeye umudunu bağlamıştı oysa. Gerçek işsizlik tablosu bu süre bittiğinde ortaya çıkacak, rakamlar beğenilmedikçe yöneticisi değiştirilen TÜİK ne derse desin. Herhalde hükümet de bu sürenin sonunda toplu işten çıkarmalar bekliyor ki hem bütçe açığı hem sosyal güvenlik sisteminin çökmemesi bakımından çareyi çalışanların kıdem tazminatlarını kırpmakta görüyor. İşçi sendikaları grev tehdidinde ama, örneğin TOBB da bu uygulamayı “zamansız” bularak karşı çıkıyor. Diğer yandan geçilmeyen köprülerin, alt geçitlerin bedeli dolar üzerinden bir avuç mutlu inşaatçıya ödenmeye devam ediyor.
Seçim kazanmak için yasa değiştirme
4- Seçime özel yasa: Siyasi partiler kanunu ve seçim kanununda değişiklik yapılması için Ankara’da kapalı kapılar ardında çalışmalar yapılıyor. Çalışmaları Erdoğan’ın yakın çevresi ve MHP lideri Devlet Bahçeli dışında kimse bilmiyor. Zaten AK Partililerden önce nelerin yapılması gerektiğini kamuoyuyla paylaşan da MHP lideri oldu. Amacın bir şekilde AK Parti-MHP iktidarının sürekliliğini sağlamak olduğu anlaşılıyor. Rusya’da Vladimir Putin’in pratikte ömür boyu başkanlığa izin veren halkoylaması gibi bir yasal değişiklik endişesi var muhalefet çevrelerinde. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Cumhurbaşkanı ve TBMM üzerinde Bahçeli “vesayeti” olduğu iddiasında. Önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ise geçenlerde Taha Akyol’a verdiği mülakatta, eski dava arkadaşı Erdoğan’ı “parti devleti eğilimleri beslemekle” suçladı. Belki de bir tür “tek parti yönetimi” yerine siyaset teorilerini alt üst edecek bir “tek koalisyon yönetiminden” söz etmeliyiz.
5- Kayırmacılık ve hemşericilik: Ekonomi daralıyor, iş alanları kısıtlanıyor, büyükşehir belediyelerinin elden çıkmasıyla oradaki iş kanalları da kapanınca herkes kapıya yığılıyor. Yakın zamana dek AK Parti iktidarında maaşı olan pek çok kişinin artık maaşı yok. Ama bakıyorsunuz, Erdoğan’ın çevresindeki belli isimlerin üçer, dörder maaşları var, hepsi kamu kurumlarından olmak üzere. Geçenlerde Hadi Özışık’ın YouTube kanalında konuşan Mehmet Metiner, AK Parti bünyesinde giderek artan “hemşericilik” ve “şehir milliyetçiliği virüsünden” söz etti. Bakan Trabzonluysa bakanlık Trabzonlu doluyor, Kayseriliyse Kayserili. Bu şikayetler de medyada yer bulamıyor.
Aykırı ses istenmiyor
6- Aykırı ses istenmiyor: Erdoğan’ın, dördüncü çocuğunu doğuran kızı Esra Albayrak’a yapılan çirkin hakaretlere -haklı olarak- kızıp bütün sosyal medyayı yasaklamaktan söz etmesi endişe verici bir durum. Erdoğan ana akım medyayı yandaş iş grupları üzerinden kontrol etmek isterken ana akım diye bir şey bırakmadı. Kimsenin okumadığı ama hepsi Sabah’tan kerteriz alan çok sayıda gazete, tamamı aHaber’den ayar alıp izlenme oranları yerlerde sürünen çok sayıda TV kanalı… Hâlâ yola gelmeyenleri ise reklamlar ve yasaklar yoluyla hizaya getirme çabası. Bu satırlar yazılırken RTÜK Tele1 ve Halk TV’ye beşer gün yayın yasağı getirdi. Şimdi de sosyal medya yasağı… Tek sesli toplum çabası endişe verici.
7- Baroların birliği o yüzden istenmiyor: Erdoğan ve ortağı Bahçeli, adaletin iddia ve yargı makamlarında dikensiz gül bahçesi kurma alanında aldığı mesafeden sonra savunma makamında da çatlak ses çıksın istemiyor. Sadece avukatların değil, doktorların, mühendislerin, eczacıların, diğer bütün meslek gruplarının hükümet icraatına her itirazı, kendi alanlarında olsa bile “siyaset yapma” sayılıyor; “devirmek mi istiyorsun yoksa” imasıyla beraber. Diğerleri kenara ayrıldı şimdilik, çünkü barolar bölündüğünde diğerlerinin hakkını doğru dürüst savunmak da mümkün olmayacak. Barolar bunun farkında; o nedenle 80 Baro’dan 78’i yasa tasarısına tepki gösteriyor.
Bu saydıklarımızdan her biri herhangi bir ülkede tek başına krizdir. Hükümet maalesef bizi kriz sersemine çeviriyor. Topluca bakıldığında o yüzden tek tek bakıldığından daha endişe verici olduğu görülüyor manzaranın. Sizce de öyle değil mi?