Salgın karşısındaki halimiz büyük üstad Alfred Hitchcock’un “Kuşlar” filminin son sahnesindeki gibi. Anlaşılamayan bir nedenle bir kasabada sayıları giderek artan ve saldırganlaşan kuşlar, sürüler halinde insanlara doğrudan saldırarak, ya da insanların bazı tedbirsizliklerini kullanıp, örneğin kasabanın ortasındaki benzin deposunda yangın çıkararak kasabayı cehenneme çevirmektedir. Bir ara görece bir yatışmayı fırsat bilip, her şeyi geride bırakarak ailesiyle birlikte kaçmak için hazırlanan ana kahramanımızı görürüz. Ailenin her ferdi yanına yalnızca tek bir parça eşya alabilecektir ve kahramanımız, kafesiyle birlikte muhabbet kuşunu alır.
O tek bir sahne, bugün için de çok şey söylüyor. Başımıza ne felaket gelirse gelsin ve o felaketle ne denli bağlantılı olursa olsun, alışkanlıklarımızı geride bırakmamız kolay değil. Tutkuyla bağlıyız onlara.
Alışkanlıkların gücü ve lobilerin gücü
Korona salgınının tepe noktasını aşıp “normalleşme” adımları atan bütün ülkelerde aynı çılgınlığı görüyoruz. Binlerin, on binlerin, hatta yüz binden fazla insanın, henüz bir ay önce öldüğü, günlük yeni enfeksiyon sayılarının hiç de “normalleşmediği” ülkelerde tıklım tıklım plajlar, parklar görüyoruz. Futbol taraftarlarının kutlamaları, askere gönderme partileri, şehir meydanındaki eğlencelerini dağıtmaya çalıştı diye polisle çatışan gençler…
Ama sanmayın ki bunlar yalnızca kısıtlanmaktan bunalmış bireylerin basit şuursuzlukları.
Geçen akşam bir yandan başka bir iş yaparken bir yandan yarım dikkatle BBC dinliyordum. Otoriter bir ses “uluslararası seyahatlerde karantina anlamsız, yararsız bir iş” dedi. Kim bu şaşkın salgın uzmanı, uzmanların da her çeşidine maruz kaldık bu süreçte, diye dikkat kesildim. Yok, Allahtan salgın uzmanı değilmiş, büyük bir uluslararası havayolu şirketinin yöneticisi. BBC uzun uzun konuşturuyor. Bir başka bültende, kapalı alanların, özellikle de içinde çok efor sarf edilen, bulaşma açısından en riskli yerler arasında bulunun spor salonları konuşuluyordu. İngiltere Spor Kulübü Sahipleri Derneği Başkanı çıkıp, her türlü tedbiri aldıklarını, jimnastik salonlarının çok hayati yerler olduğunu, hükümetin kendilerine faaliyet iznini geciktirmesinin anlaşılamaz olduğunu söylüyordu. Tabii bu tür açık kulis faaliyetleri, açılma kararlarının kamuoyu önünde uzun uzun tartışılarak alındığı ülkelerde oluyor. Biz kararları, alındıktan sonra, basın toplantısında duyuyoruz. Ama iyi haber alanlar, bizdeki kararlarda da turizm, ticaret gibi çeşitli lobilerin etkin olduğunu söylüyorlar.
Gerçekten her şey eskisi gibi olabilir mi? Yine kafelerde, restoranlarda buluşacak, hafta sonlarını ailecek AVM’lerde geçirecek, tatil için uçaklara binip yurtdışına gidecek, partilere katılacak, tıkış tıkış otobüslere binecek, ama arada göstermelik maske takarak bu salgının önünü alabilecek miyiz?
Sağlık Bakanlığı sayıları neyi gösteriyor?
Muhtemelen izleyenlerin sayısı azaldı, ama her gün akşam yayınlanan verilerin arkasında hoş olmayan gerçekler var. Haziranın ikinci haftasından itibaren vaka sayıları dört haneli rakamlara kilitlendi. Bir tür alıştık günlük yeni enfeksiyon sayılarının 1000-1500 arasında biraz dalgalansa da kilitlenmesine. Yeni vaka sayıları böyle sabitlenmişken, salgın da sabitlenmiş, bir tür kontrol ediliyor olabilir mi?
Oysa salgının bu aşamasında, özellikle Haziran’ın ikinci haftasından sonra açıklanan yeni vaka sayılarının bulaşmanın hızını ve gücünü gösterme konusunda yol gösterici olmadığını düşünüyorum. Zira Haziranın ikinci haftası itibariyle testlerin yapıldığı insanlar ve test yapılma kriterleri önemli değişikliklere uğradı.
Birincisi Bakanın basın toplantılarında bahsettiği Türkiye çapında 150 bin rasgele seçilmiş kişiye test yapılarak hem enfeksiyon yaygınlığını hem geçirilmiş enfeksiyona delalet eden bağışıklığı saptamayı amaçlayan tarama çalışması. İki haftada bitirilmesi planlanmış olan bu çalışma nedeniyle günde en az on bin test, belirtisi olmayan, çalışma ekipleri geldiği sırada evde oturan kişilere yapılıyor. Ayrıca dönem dönem askere gidecek olanlara, mevsimlik tarım işçilerine vb de taramalar yapıldığını duyuyoruz.
Ama kamuya açıklanan hasta sayılarına bu taramalarda bulunan pozitif vakaların eklenip eklenmediğini, eklendilerse oranlarının ne olduğunu bilmiyoruz. Haziran ayına kadar ilan edilen yeni vakalar homojen bir gruptan, ağır belirtiler nedeniyle hastaneye başvuran kişilerden geliyordu, artık öyle değil.
İkinci olarak, yine aynı tarihlerde hastanelerde salgın test kriterleri değiştirildi. Ateş, solunum güçlüğü, öksürük belirtilerinin yanına, koku ve tat duyusu kaybı, kas ağrısı, baş ağrısı vb belirtiler de test yapma algoritmasına katıldı. Ama bir yandan da CPR testi isteme yetkisi her hastanede başhekimin saptayacağı belli sayıda hekimle sınırlandı. Bu koşulda ortaya çıkan vaka sayılarını, daha önceki dönemlerle kıyaslamak, ya da bunlara bakarak bulaşma hızı hakkında yorum yapmak bütün bu yukarıda saydığım etkenler, veri sunumunda ayrıntılı olarak belirtilmedikçe olanaklı değil.
Yoğun bakıma yatışlar yeniden artışta
Kamuya açıklanan sınırlı sayıdaki veri içinde salgının başından beri tanımı, kapsadığı hasta grubu fazla değişiklik göstermemiş tek sayı, yoğun bakıma yatışlar.
Belirtileri olup pandemi hastanelerine başvuran hastalardan durumu ağır olmayanlar ve risk grubunda olmayanlar, kendilerini izole etmeleri önerilerek eve gönderiliyor. (Bu izolasyonun ne kadar etkili olduğu, ev halkının bulaşmadan nasıl korunacağı ve bu izolasyona uyumun ne oranda olduğu ayrıca incelenmesi gereken bir konu. Ama özellikle bulaşmanın hızlı olduğu ve hastanelerin ancak ağır hastalara cevap verebileceği düşünülen durumlarda kaçınılmaz olarak alınmış ve “normalleşme” ile birlikte değiştirilmesi gereken bir uygulama). Hastanelere yatışlar yalnızca ağır hastalar için söz konusu olduğundan bunların da ağırlıklı bir kısmı yoğun bakımlara yatıyor. Dolayısıyla buzdağının en tepesini gösterse bile yoğun bakıma yatışlar bulaşma hızını izlemek açısından elimizdeki en güvenli sayı. Yazılım uzmanı Zeki Berk’in grafikleriyle günlük yoğun bakıma kabul edilen hasta sayılarının nasıl Haziran başında bir dip yaptıktan sonra yukarı tırmandığını görmek mümkün.
Erken zafer havası ve rehavet
Mart, Nisan aylarında zamanında başlayan sıkı önlemlerle tepeyi aştık. Önümüzdeki kötü örneklerin de etkisiyle toplumun duyarlılığı/korkusu da faydalı oldu, öyle ki Google’ın yayınladığı hareketlilik raporlarına göre, Türkiye’de Mart 15-Nisan 15 arasındaki dönemde evde kalma oranları, o sırada toplu ve uzun süreli sokağa çıkma yasağı yaşayan Fransa ve İtalya’dan daha yüksekti. Sağlık çalışanlarımız inanılmaz bir özveri ve beceriklilikle hiç tanımadıkları bu hastalığın özelliklerini hızla öğrendiler, etkin tedavi ettiler. Bir başka grup sağlık çalışanı, filyasyonda, sabahın erken saatinden gece yarılarına kapı kapı dolaşıp tanı konanların “temaslılarını” buldular, test yaptılar, izole ettiler. Tepeyi aştıktan sonra, etkinliği çok tartışmalı hafta sonu yasakları dışında ek bir önlem almadık, kanımca bu yüzden bulaşma hızının yavaşlaması zaman aldı. Yine de Haziran’ın ilk haftasında günlük yeni enfeksiyon sayıları üç haneleri gördü. Ama tam da o noktada Dünya Sağlık Örgütü’nün olmaması için ülkeleri sürekli uyardığı sabırsızlığa çoktan düşmüştük. Bütün yasaklar, kanımca en zararlısı da şehirlerarası ulaşımın tamamen serbest bırakılması, bir anda kalktı. Düşen sayılar ve hemen bütün kitlesel kısıtlamaların kaldırılması, bazı çevrelerin yaydığı zafer kazandık propagandasıyla birlikte vatandaşın da iyice rehavete kapılmasına yol açtı.
Birinci dalga nasıl bitecek(ti)?
Teoride, birinci dalganın sönümlenmesi tepe noktası geçilip bulaşma hız kestikten ve günlük yeni enfeksiyon sayıları Türkiye gibi bir ülkede ideali iki haneli rakamlar, olmadı birkaç yüze düşünce, filyasyon ekiplerinin çok enerjik bir şekilde bu enfeksiyonların kaynaklandığı öbekleri bulup karantinaya alması, böylece toplum içi bulaşma riskinin çok düşürülmesi ile olacaktı. Bu sayede toplumun bu öbekler dışında kalan büyük çoğunluğu, kabul edilebilir düzeyde düşük olan bu riskle, hayatı görece “normal” yaşayabilecekti. Yavaş yavaş, güvenli hale gelmesi için yol gösterilmiş ve denetlenen işyerlerinde ekonomik aktivitelere geri dönecek, maske-mesafe kuralına uyarak sosyalleşebilecek, yine güvenli hale getirilmiş, kullanıcı sayısı çeşitli tedbirlerle düşürülmüş toplu taşımayı kullanabilecekti.
Bunların hiç birisi olamadı, hazırlık düzeyi çok çeşitli ve denetlenmelerine zaman olmadan bütün işyerleri aynı anda açıldı, hepsi aynı mesai saatleriyle çalışmaya başladı, bu şartlarda İstanbul, Ankara gibi büyük kentlerde, toplu taşımanın yüzde elli kapasiteyle işlemesinin imkansızlığı daha ilk günden kendini gösterdi. Şehirlerarası ulaşım açıldı, Türkiye’deki salgının merkezi olan İstanbul’dan, bir iddiaya göre yarım milyona yakın insan, virüsü de bavullarına koyarak hızla Anadolu’nun çeşitli bölgelerine aktılar.
Şeffaflık ihtiyacı
Salgının kontrol alınabilmesi açısından çok kritik olduğunu düşündüğüm, buna rağmen etkin herhangi bir önlemin alınmadığını izlediğim son bir haftayı, tünelin ucundaki ışığın çıkış değil, hızla üzerimize gelen trenin farları olduğunu düşünerek derin bir karamsarlıkla geçirdim. Ama umutsuz yaşanmıyor. Sağlık Bakanının 1 Temmuz akşamı yaptığı basın toplantılarındaki açıklamaları yeni bir değişiklik olacağı umudunu doğuruyor.
Birincisi Bakan, çoktandır konuyla ilgili birçok bilim insanının haklı olarak eksikliğinden yakındıkları, verilerin illere göre dağılımını, 2 Temmuz’dan itibaren Bakanlığın websitesine koyacaklarını söyledi. Bu bütün vatandaşların, özellikle, kitlesel önlemlerin en aza indiği bu dönemde, hastalığın nerelerde odaklandığını bilmelerini, buna göre umuyorum, daha tedbirli olmalarını sağlayacak. İkincisi vakaların ve ölümlerin yaş ve cinsiyet dağılımlarıyla ilgili grafikler gösterdi ve bunların da web sitesinde bulunabileceğini söyledi ki bu da Koronavirüsün hangi grupları daha kolay etkilediğini anlamamızı, ona göre salgın karşısındaki önlemlerimizi uyarlamamızı kolaylaştıracak.
Tünelin ucundaki ışık
Verilerin daha ayrıntılı dökümü, kuşkusuz Türkiye’yi “kuşkulu verileri olan ülke” yaftasından da kurtaracak. Zaten Bakan, “biz yaptıklarımızı iyi anlatamadık” diyerek, uluslararası ortamlarda dolaşan bu rivayetlerin farkında olduğunu ve Dünya Sağlık Örgütü Avrupa Direktörünün Türkiye’yi ziyareti, Bakanlıktan bir heyetin Almanya’ya giderek yapılanları anlatması gibi bunların önünü kesecek adımlar atacağını söyledi.
Basın toplantısında ayrıca salgının yoğun olduğu, ve salgın mücadelesinde en başarılı olan illerin isimlerini saydı. Gerçekten içinde birçok Avrupa ülkesi barındıracak büyüklük ve çeşitlilikteki Türkiye’de aslında tek bir salgın yok, farklı bölge ve şehirler, diğerlerinden sıkı bir şekilde etkilenseler de ayrı dinamikleri olan, bir anlamda, kendi salgınlarını yaşıyorlar. Bu anlamda her şehrin yöneticilerinin ve sakinlerinin hem kendi durumlarını hem diğer illerdeki gelişmeleri öğrenebilmesi hem yöneticilerin hem vatandaşların aldıkları önlemlerin etkinliğini arttırabilir. Zaten bu yüzden Dünya Sağlık Örgütü de Koronavirüsle mücadelenin mümkün olduğunca yerelde yönetilmesini tavsiye ediyor. Bakanın bir önceki gün, “Her ilin Hıfzıssıhha Kurulu var, o ille ilgili tüm tedbirleri almaya yetkili” demesini de bu çerçevede düşünmek lazım. Eğer bu Kurullara, bu yetkilerini kullanabilecek bir ortam sağlanırsa, Koronavirüsün görüldüğü yerde sınırlanması ve bastırılması sağlanabilir. Verilerin açılması, aynı zamanda sahip oldukları uzmanlıklarını ve bilgilerini ortak düşmanımızı yenmek için kullanıma sokmak konusunda çırpınan birçok bilim adamının da yolunu açacak. Bunu başka bir yazıda ayrıntılı anlatacağım.
Tünelin ucundaki ışığın, dik dağlarla çevrili bir vadiye bile olsa çıkış olduğunu umuyorum.