ABD’de yaşanan “sivil darbe girişimini” ve ABD-Türkiye ilişkilerinin geleceğini daha geniş bir bakış açısıyla değerlendirmek gerekiyor.
230 yıllık bir geçmişe sahip Amerikan demokrasisi, sokaktaki insan tarafından tahayyülü mümkün olmayan bir kriz yaşadı.
Peki, böyle bir olayın vuku bulacağı öngörülemedi mi? Kurumsal yapısı böylesine sağlam bir demokrasi, kendisini koruyacak reflekslere sahip değil miydi? Geçmişte yaşadığı iç savaşın ve ırkçılığın sebep olduğu tahribatın tam anlamıyla giderilmemiş olması, bugün yaşanan olayların ortaya çıkmasında rol oynamış olabilir miydi? Soğuk savaş sonrasında kurulan liberal demokratik sistemin kendisini bir türlü yenileyememesi sebebiyle küresel planda giderek zemin kazanmaya başlayan milliyetçi popülizmin yarattığı sıkıntılar bu gelişmede rol oynamış olabilir miydi?
Bu sorulara sağlıklı yanıtlar verebilmek için yakın tarihi iyi okumak gerekiyor.
İnsanlık, eşine az rastlanır olağanüstü bir dönemden geçmekte. İşte, tam da bu sebeple, ABD’de son olarak yaşanan “sivil darbe girişimini” ve ABD-Türkiye ilişkilerinin geleceğini daha geniş bir bakış açısıyla değerlendirmek gerekiyor.
Bu çerçevede, ilk olarak üzerinde durulması gerekli gereken konu, Trump’ın, “Önce Amerika” sloganında ifadesini bulan siyasetinin, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana geçerli olan uluslararası liberal düzene ve dünya politikasına yön veren bir dizi kurma ve normlara verdiği ağır zarardır.
ABD’nin Türkiye ve Avrupa’yla ilişkileri nasıl etkilenir?
Zira, Trumpizm olarak özetleyebileceğimiz ve ABD’nin sağ popülizme kayışına yol açan bu süreç küresel işbirlikleri ile dengelenemediği veya dizginlenemediği takdirde, sadece Türk-Amerikan ilişkileri değil, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere, birçok ülkenin ABD ile ilişkileri menfi şekilde etkilenecektir.
Öyleyse, bizim, bu noktaya nasıl gelindiğine bakmamız icap ediyor.
Trump öncesi Amerikan küresel politikası, “Amerikan ayrıcalıklılığı” şeklinde adlandırılan ve liberal dünya düzeni olarak da bilinen kavramsal çerçevede, Amerika’nın değerleri ve gücüyle meşruiyet kazandığı, küresel hegemonyayı tarif ediyordu. O dönem -ki temelleri İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra atılan kurumsal küresel yapıyla da destekleniyordu- bilahare soğuk savaşın bitmesi ile liberal dünya düzeninin ve Amerika’nın savunduğu değerlerin küresel tek doğru haline geleceği varsayımı üzerine bina edilmişti.
Bu liberal meydan okuma, insan ve azınlık haklarından demokrasiye, kadın ve cinsiyet haklarından serbest ticarete, nükleer silahsızlanma ve küresel ısınma karşısında kurumsal işbirliğine uzanıyordu. BM, NATO, NAFTA, AGİT, ASEAN, Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Sağlık Örgütü, Dünya Bankası, IMF gibi temel uluslararası kurumlar eliyle yürütülen, AB ile yakın işbirliği ve dayanışma öngören bir değerler ve kurumlar bütününü içeriyordu.
“Amerikan ayrıcalıklılığı” çözüm getirmedi
Amerikan ayrıcalıklılığı tanımı ise, tüm bu yapılarda ve bu küresel düzenin içinde, ABD’nin belirleyici ve tanzim edici rolünü vurgulayan, bunu yaparken de bir dizi değerler manzumesini, adeta bir “alet kutusu” olarak kullanan, düşünce ve eylem sistematiğini tarif ediyordu.
Ancak, bu küresel liberal demokratik sistem, özellikle soğuk savaşın sona ermesinden itibaren, giderek zafiyet sergilemeye başladı. Kronik ve kalıcı hale gelen sorunlara cevap bulamadı. Bankaları ve finans-kapitali büyüttü ve palazlandırdı ve bundan menfaat sağladı. Dünyadaki hiçbir soruna adil ve kalıcı, gerçek bir çözüm üretemedi. Bunları adeta dondurdu, arkasını döndü, tutarsız ve dengesiz politikalar üretmekte sakınca görmedi.
Tabiatıyla, bütün bunlar, zaman içinde, sadece ABD’de değil, küresel anlamda gelişme hızında yavaşlamaya, büyük boyutlarda borçlanmaya, ücretlerde durağanlaşmaya, kronik işsizliğe, gelir adaletsizliğine yol açtı ve neticede milliyetçilik ve aşırılığa zemin hazırladı.
Hatırlanacak olursa, 1930‘larda da aynen böyle olmuştu. Ekonomik sıkıntılar, halkın demokrasi ve uluslararası işbirliğinden uzaklaşmasına, komünizme ve hatta faşizme yönelmelerine yol açmıştı. Bugün de benzer gelişmeler yaşıyoruz. Aşırı milliyetçilik ve popülizm, küresel boyutta zemin kazanmaya başladı. Aşırı sağ siyaset ve popülizm, sadece ABD’de değil, Atlantik’in öbür yakasında, Avrupa’da da yükselişte. Örneğin, bugün, Alman parlamentosunda, aşırı sağ parti üçüncü konuma gelmiş bulunuyor. İşte, Trump ve Trumpizm de bütün bu gelişmelerin ortaya çıkardığı bir vakıa.
Trump, Roosevelt ile başlayan, 1960’lerden bu yana kavramsal ve kurumsal olarak Amerikan müesses nizâmını tanımlayan liberal Amerikan düzenine baş kaldıran, muhafazakar, aşırı sağcı ve ırkçı karşı devrimin, deyim yerindeyse, lideri oldu.
Trump döneminin tarif edici özellikleri, içeride kutuplaşma, bölünme, anti demokrasi, yükselen ırkçılık ve köktendincilik (Evanjelizm), yabancı düşmanlığı, ekonomik korumacılık, zenginleri kollayan vergi siyaseti, anti-liberal muhafazakar sosyal ve hukuksal ideolojik yaklaşım olarak ifade edilebilir.
Bu yaklaşım, ayrıca “Beyaz Amerika”nın giderek zayıflayan hakim rolünün yeniden toparlanması ve azınlıkların ve toplumdaki farklılıkların, uzun bir zaman diliminde elde ettikleri kazanımların geriletilmesi amacını da içeriyor.
“Yeni düşman” Çin’in etkisi
Trump döneminin dünya düzeyinde yansımaları oldu. Çok taraflılıktan, tek merkezli dünya okumasına yönelindi. Anti-kurumsallaşma, Amerikan çıkarlarının önceliği, ticarette saldırgan ve kapalı ekonomi tercihleri, finansta keza Amerikan kapitalinin dünyadan ana karaya çekilmesi ve dünyanın kaynak sıkıntısını içine sokulması, belirleyici unsurlar haline geldi.
Nihayet, nükleer dahil güç kullanma, hatta savaş tehdidi olağan Amerikan dış politika metodu oldu. Çin’in, “komünizm” ve “Rusya” yerine, İslam’ın yanı sıra, yeni düşman olarak tayin edilmesi, en keskin ideolojik ve yaşamsal tercih haline getirildi ve tüm siyasetler buna göre belirlenmeye yöneltildi. Keza, Ortadoğu‘da, salt İsrail’in çıkarları üzerine kurulan ve geçmişten radikal bir kopmaya işaret eden bir politika yürütüldü.
Trump’ın iç siyaset hamleleri
Öte yandan, Trump, Amerika içinde de aktif bir siyaset uyguladı. Yüksek Mahkeme’de ölümlerle meydana gelen boşalmaları, aşırı sağ görüşlü hakimlerle doldurdu. Tüm ülkedeki federal mahkemelere muhafazakar, sağ görüşlü federal hakimler atadı. Arka arkaya, kazanılmış hakları aşındıran, bir dizi temel kanunun kabul edilmesini sağladı. Ekonomide, Amerikan tarihinin en büyük vergi indirim kanunuyla, en yüksek gelir grubunun, tarihteki en büyük gelir dilimini almasını sağladı. Müslüman ülkelerden gelenlere karşı önleyici bir vize rejimi kabul etti. Genelde, içeride popülist söylemlerle, yabancı düşmanlığını, işsizliğe bahanede temel neden olarak kullandı.
Ancak, Amerikan toplumunun demografik yapısındaki değişimler ve entelektüel gelişim seviyesi sayesinde, toplumsal muhalefet, öncesinden daha sol, radikal, ilerici (progressive) anlayışla sokaklara dökülecek kadar ayaklandı. Bu toplumsal hareket, corona belâsına karşı, Trump‘ın, keza sağ ve ideolojik umursamazlık siyasetinin de katkısıyla, seçim sonucunu Biden lehine belirleyen temel unsurlardan oldu. Biden az farkla da olsa seçimleri kazandı.
Ancak, bu gelişme, Trump‘ın kişiliğinde, yeni bir enerji ve hayat kazanan saldırgan Amerikan milliyetçiliğinin ve popülizmin mağlup edildiği veya ciddi olarak geriletildiği şeklinde yorumlanmamalıdır. Zira, belki Biden, Amerikan tarihinin en fazla oy olarak seçilen başkanı oldu. Fakat Trump da en fazla oy alan kaybeden adayı olarak seçimlerden çıktı. Öte yandan, tarihte ilk defa, kaybeden adayın partisi olan Cumhuriyetçi Parti, aynı anda yapılan Temsilciler Meclisi seçimlerinde, tek sandalye dahi kaybetmedi. Aksine, sandalye sayısını ciddi şekilde arttırdı. Neticede, muhafazakar, korumacı, yabancı düşmanı, sağcı, Evanjelist köktendinci, ırkçı, beyaz, çevre düşmanı, militarist ve vahşi kapitalist bir koalisyon, ülkenin her yerinde oylarını artırdı ve Trump sonrasında, siyaseti daha da artan ağırlıkla etkileyeceğini şimdiden ilan etti.
Biden dönemine ilişkin öngörüde bulunurken, bu bağlamda Türk-Amerikan ilişkilerini ve de son olarak ortaya çıkan “sivil darbe girişimini” değerlendirirken, Trump’ın ve corona pandemisinin ABD’nin üzerinde yarattığı, yukarıda özetlemeye çalıştığım, travmatik gelişmeleri önemle dikkate almamız gerektiğini düşünüyorum.
Restorasyon dönemi
Biden döneminde, Trump’ın kişiliğinde simgeleşen ve bir nevi karşı devrim olarak nitelendirilebilecek sürecin geri döndürülmesi bakımından adeta bir restorasyona şahitlik edeceğiz. Ancak, bu süreç kolay olacak gibi görünmüyor. Zira, liberal ekonomik düzenin, geçmiş dönemde kitlelerde yarattığı hayal kırıklığı, Biden beklenen dinamizmi yaratamadığı ve restorasyonu gerçekleştiremediği takdirde, zaman içinde, Demokrat partinin politikalarında da sağa yönelimi hızlandırabilir. Nitekim, demokratların ilerici ve aktivist kesiminin temsilcileri Bernie Sanders ve Alexandria Ocasio Cortez gibi siyasetçiler, belki parti içinde arzu ettikleri ölçüde zemin kazanmayı başaramadılar. Ancak, bir anlamda, Biden’ı teslim almaya muvaffak oldular. Bilindiği üzere, ABD’deki sağ ve sol aktivist kanadın, anti-küresel, anti-savaş ve izolasyonist görüşleri çok büyük ölçüde örtüşür. Dolayısıyla, Biden, Demokratların ılımlı sağ kesiminin temsilcisi olarak, başkanlık görevini devraldığında, ülkeyi bu sol aktivist kesime taviz vererek yönetmek zorunda kalacaktır. Biden, ayrıca, Amerika’nın Trump destekçisi, sınırlı eğitime sahip, alt-orta sınıf muhafazakar seçmen kitlesinin nefesini daima ensesinde hissedecektir.
Bu şartlar altında, Biden yönetimi, Amerika’nın akıllı gücünün, dünyada yeniden ama bu defa daha adil kabul edilebilir ve yaşayabilir bir sistemi kurmasını sağlayabilecek mi? Biden, hiçbir şey olmamış gibi, eski kafa ile bilinen ittifaklar sistemini yeniden üretmesinin mümkün bulunmadığının ne kadar farkında? Kendisi ile birlikte, yeni bir Amerikan entelektüel enerjisinin devreye girmesi gerektiğinin ne ölçüde bilincinde? Beklenen restorasyonu sağlayamazsa ve dört kişinin hayatını kaybetmesine yol açan “sivil darbe girişimi”nden sorumlu olan Trump’tan, meşru yöntemlerle hesap sormaya muvaffak olamazsa, ABD’nin geleceğinin ciddi risklere gebe olduğunun ne kadar farkında?
Müttefikler zayıf durumda
Bu ve bunun gibi soruların cevabını yaşayarak öğreneceğiz. Ancak, seçimi az farkla kazanan Biden’ın, bildiğimiz liberal dünya düzenine dönmesinin hiç kolay olmayacağı aşikar. Zira, bilinen müttefikleri zayıf , hasta ve kendileri ile meşgul. Örneğin, Avrupa, kendi içinde yaşadığı ciddi bölünmelere ilaveten, transatlantik ilişkilerde Trump döneminde ortaya çıkan zafiyet, liberal dünya düzeninin ihyası sürecinde sorun yaratma potansiyelini taşıyor.
ABD’de siyasetinin sağ yönelişini, iki hafta sonra görevi devralacak Biden yönetiminin olası başarısızlığı ile birlikte düşündüğümüzde, ayrıca son olarak Kongre’nin demokrasi karşıtı birtakım güçler tarafından işgal edilmesini dikkate aldığımızda, küresel refahın ve huzurun ne büyük bir risk altında olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Bütün bu değerlendirmenin ışığında, ABD’de yaşanan sıra dışı Kongre baskınının, hiç de öngörülmeyen bir olay olmadığını söylemek mümkündür.