Geçen yıldan miras kalan gerilimler 2021 yılının başından bu yana baş döndürücü bir tempoda artma eğilimine girdi. Neredeyse kıtalararası bir çehreye büründü, bir ateş çemberi halini almaya başladı.
Esasında gerilim eğrisinin yükseleceğini öngörmek için kâhin olmaya gerek yoktu. Trump yönetimince 2017’den bu yana açıklanan güvenlik ve askeri stratejilere bakıldığında ABD için Rusya ve Çin’in stratejik rakipler olarak açıkça ilan edildiğini gördük. Biden yönetimi de 2021 Mart’ında “Geçici Ulusal Güvenlik Stratejisi Rehberi”nde uluslararası alanda asıl rakiplerini teyit eden ifadelere yer verdi.
Bütün bu gelişmeler baş gösteriyorken Türkiye’deki siyasal çevreler, akademi dünyası, medya, kanaat önderi iddiasındaki oluşumlar ülkeyi yine sığlığın dibine hapseden eylemlere giriştiler.
Boğaziçi Üniversitesi rektörü “seçimi” protesto edilince bu üniversitenin kapısına kelepçe taktırdılar.
İnsan haklarının ayrılmaz parçası olan kadın haklarını güvence altına alan Meclis onaylı İstanbul Sözleşmesi’nden tek yanlı bir kararla çekildiler. “Kanal İstanbul” projesini yeniden ısıttılar ve Montrö Sözleşmesi’nden de gerekirse bir Cumhurbaşkanlığı kararıyla çekilebileceğini öne sürdüler. Kısacası Türkiye’yi daha fazla sığlığın ortasına sürüklerken kenarımızda patlak veren, ülkeyi de içine çekebilecek girdabı adeta görmezden geldiler. Türkiye’nin geleceğini, özellikle güvenliğini doğrudan etkileyebilecek benzersiz gelişmeleri ele almak, civarımızdaki sınamalar için çareler aramak yerine ülkeyi verimsiz bir gündemin içine sürüklediler.
Yeni yılla birlikte etrafımızda neler oldu?
2021 yılına girdiğimizde pandeminin uluslararası işbirliğini teşvik edebileceğini umut eden çevreler vardı. Bu umutlar artan gerilimler dolayısıyla maalesef suya düştü.
Şubat ayının gelmesiyle birlikte ABD’den dört B-1B Lancer ağır bombardıman uçağının Norveç’e konuşlandırıldığını gördük. Aynı ay içinde Fransa’ya ait bir Mirage 2000 muharip uçak ile KC-135 tanker uçağın Karadeniz’de Rus uçaklarınca engellendiği haberi karşımıza çıktı. Karadeniz’i merkez alan gerilimler filizlendi.
Şubat ayıyla birlikte yığınak noktası olarak Dedeağaç’ın (Alexandropolis) belirlendiği Avrupa Savunucusu 21 tatbikatının hazırlık safhası başladı. ABD öncülüğündeki NATO’yla da bağlantılı olan ve resmî makamlarınızın bilgi sahibi olduğu bu geniş çaplı tatbikat dolayısıyla Türk kamuoyunun belli çevrelerinde yine bir vaveyla koparıldı. Tahayyülü güç ideolojik bazlı komplo teorileri piyasaya sürüldü.
Şubat ayının tek olumlu gelişmesini ABD ile Rusya’nın nükleer silahlarla ilgili Yeni START Antlaşması’nın süresini uzatmaları oluşturdu.
Mart ayındaysa yakın çevremizdeki gerilim temposunu daha da arttıran gelişmeler karşımıza çıktı.
17 Mart’ta bir televizyon kanalına mülakat veren ABD Başkanı Biden, Rusya Devlet Başkanı Putin’i “Katil olarak mı görüyorsunuz” tuzak bir sorusuna “Görüyorum” karşılığı verdi ve Putin’in seçime müdahale çabalarıyla ilgili olarak şöyle dedi: “Bunun bedelini ödeyecektir… Yakında görecekseniz.”
Karadeniz gerilimi
Her kim olursa olsun Biden gibi geniş tecrübeye sahip bir devlet yöneticisinin bir mevkidaşı için “katil” nitelemesi yapması, diplomatik geleneklere hiç uymasa da dünyada yankı uyandırmaya yetti.
“Katil” tanımı Biden’ın “Yakında görürsünüz” ifadesini gölgeledi. Bu sözlerin üzerinden çok geçmeden gerçekten olanları gördük.
İklim değişikliğine bağlı olarak yeni dönemde stratejik değeri artan Arktik bölgesinde üç Rus nükleer denizaltı, bölgede yapılan tatbikat kapsamında 28 Mart’ta buzları kırarak yüzeye çıktı. Bu gövde gösterisinin hemen akabinde 30 Mart’ta NATO’ya tahsisli uçaklar Karadeniz dahil dört ayrı bölgede çok sayıda Rus uçağına karşı altı önleme faaliyeti icra ettiler. Karadeniz üzerindeki önleme misyonuna Türkiye de katıldı.
Bunun ertesinde dikkatler ABD dışişleri bakanı ile genelkurmay başkanının Rus ve Ukraynalı karşıtlarıyla olan telefon trafiğine kilitlendi. Buna paralel olarak Rusya ve Ukrayna’nın Donbas civarındaki askeri intikalleri nedeniyle bölge ısınmaya başladı. Rusya dışişleri bakanının oradaki gerilim üzerine 1 Nisan’da söylediği şu sözler dünya kamuoyuna damga vurdu: “Doğu Ukrayna’da yeni bir savaş başlatma çabaları Ukrayna’nın yok olmasıyla sonuçlanabilir.”
Biden’ın “katil” tanımı ertesinde Putin, ABD’li mevkidaşını canlı yayına çıkmaya davet etti ve sanal iklim zirvesine katılması için yaptığı davete “zamana ihtiyaç duyduğu” gerekçesiyle soğuk bir yanıt verdi.
Yeni yılın ilk çeyreği böylece geçti. Acaba bundan sonraki çeyreklerde ne olur düşüncesi zihinleri kurcalamaya başladı.
Uçuşan kıvılcımlar civarımızda yangın çıkarır mı?
21. yüzyılın ilk çeyreğinin ABD-Rusya-Çin arasındaki çekişme ve gerilimlere sahne olacağı artık kesinleşmiş durumda. Rusya-Çin ilişkilerinin ilerleyen yıllardaki seyrine bağlı olarak an itibariyle karşımızda üç kutuplu bir küresel düzen bulunduğu söylenebilir.
Ekonomisi büyük ölçüde petrol-doğalgaz gelirleri ile silah satışlarına dayalı Rusya ile son dönemde hemen her alanda büyük atılımlar yapan, çeşitlendirilmiş ekonomiye sahip Çin’i kıyaslamak doğru olmaz.
Bir yanda bölgesel/küresel gerilimlerden beslenen Rusya, diğer yandan dünya ticaretindeki engellere meydan okuyan, ekonomik anlamda adeta küresel liberalizmin savunucusu konumundaki Çin.
Her iki ülke de baskıcı rejimlere sahip ve çağdaş çoğulcu demokrasiden uzaktalar. O zaman geçerli soru şu: Otokratik düzenin gardiyanları olan bu iki ana aktörle ekonomik/ticari ilişkilerin ötesinde “stratejik” niteliğe sahip ilişkiler ağı geliştirmek Türkiye’de çoğulcu demokrasiyi orta-uzun vadede teşvik mi eder, köreltir mi? “Benzeşenler birleşir” öngörüsünden hareket edersek bu sorunun yanıtını buluruz.
ABD’ye gelecek olursak; 2. Dünya Savaşı ertesinde dünya siyasetine yön veren ABD’nin eski gücüne sahip olduğunu iddia etmek zor. Ancak, ABD’nin Çin ve Rusya’dan farkı ve avantajı küresel düzeyde ciddi müttefiklere sahip olması. Biden yönetiminin çok taraflı diplomasiye yönelerek müttefikleriyle işbirliğini kuvvetlendirmeye dönük adımlar attığını görüyoruz. Bu çerçevede demokratik değerleri ve insan haklarını dış politikasını şekillendiren temel eksenler olarak ilan ettiğini de gözlemliyoruz.
Stratejik rekabetin doruğa tırmandığı, bölgemizdeki çatışma risklerinin arttığı ortam artık Soğuk Savaş’ın son bulduğu 1990’lı yılların ortamı değil. Hegemonik güçler arası ilişkilerin sahadaki sonuçları Türkiye’yi çevrelemiş durumda.
2014 yılında Rusya’nın yanı başımızdaki Kırım’ı işgal ve ilhakı, bugünlerde yeniden alevlenen Donbas krizi uluslararası ilişkilerin seyrinde büyük kırılmaya yol açtı. “Kurallara dayalı uluslararası düzen” çöküntüye uğradı.
Her geçen yıl daha da büyüyen Çin, Uzakdoğu’da dişini göstermeye başladı. Güney Çin Denizi’nde ABD ile Çin donanmaları karşı karşıya gelmeye başlayınca sular ısındı. Çin’in Tayvan ve Hong Kong’a dönük tasavvurları ile Uygur Türklerine karşı izlediği ağır baskılar bu ülkeyi uluslararası toplumun önde gelen diğer aktörleri karşısında zor duruma düşürdü.
Soğuk Savaşı anımsatan bu gelişmeler Asya-Avrupa-Afrika kıtalarının kesişme noktasında bulunan Türkiye’nin dış politikadaki manevra alanını kısıtlayan sonuçlar doğurdu. Etrafımızdaki ateş çemberini daha da daralttı. Üç kutup arasında sıcak paraya ve doğrudan yabancı yatırıma dayalı kırılgan bir ekonomiye sahip Türkiye’nin elinde oynayabileceği kozların sahadaki etkileri gölgelendi. Askeri gövde gösterilerini sürdürüp diplomasiyi bir kenara itmenin sınırlarına gelindi.
Çatışma sarmalı riski
Bu durumun izdüşümlerini esasen yaşamaktayız. Rusya’nın İdlib’de başlattığı operasyonlar Suriye ölçeğinde gelecekteki olası işbirliğinin sınamalara açık olacağını ortaya koydu. Üstelik mart ayı sonunda Türkiye’nin stratejik ortakları arasında yer alan Ukrayna ile son dönemde işbirliğini sıkılaştırdığı Rusya arasında yaz mevsimi öncesinde patlamaya hazır derin bir kriz baş gösterdi. 2008 yılında Rusya ile Gürcistan’ı savaşa sürükleyen bir sürece bu kere Ukrayna-Rusya arasında tanıklık etmemeyi umuyoruz. Bu tür bir senaryonun gerçekleşmesi halinde bölge ve Türkiye altından kalkılması çok zor bir çatışma sarmalına sürüklenebilir.
Çıktığı bölge turunda 25-26 Mart’ta Türkiye’ye gelen Çin dışişleri bakanının ziyareti Türkiye-Çin arasında anlamlı hiçbir anlaşmaya sahne olmadı. Buna mukabil Çinli Bakan Wang Yi İran’la petrol karşılığı 400 milyar dolarlık yatırım anlaşması imzaladı.
ABD ile olan S-400 krizi devam ettiği sürece kısıtlı bazı alanlar hariç Türkiye-ABD ilişkilerinin geleceği halen belirsizliklerle dolu. Sorunlu ilişkiler yumağının NATO’ya da artık daha görünür oranda olumsuz yansımaları oluyor.
Hoyrat söylemler ve ülke ekonomisini zora sokan geniş bir kuşakta sergilenen askeri güç gösterileri ülke yönetimini olduğu kadar halkını da darboğazlara itiyor.
Nitekim ülke ekonomisinin iç içe geçtiği Batıya karşı dış politika alanında daha düşük tondan ve daha tedbirli bir çizgi izlendiği görülüyor.
Rusya karşısında çeşitli alanlarda yelkenler zaten çoktan suya indirilmişti.
Uygur Türklerine yapılan mezalim karşısında da her nedense sessiz bir yol benimsendi. Ses çıkarılırsa aslında aleyhimize işleyen ticari-ekonomik ilişkilerin kötüleşmesinden çekinildi.
Uzun süredir ilişkilerin bozulmuş olduğu bölge ülkelerine atılan çiçeklere beklenen karşılık gelmedi. Gelen karşılıklar ise mevcut güven bunalımını doğrular nitelikteydi.
Uluslararası ilişkileri şekillendiren ana aktörler arasındaki güçler dengesi ölçüsüz söylemlere ve hesapsız veya yanlış hesaplanmış eylemlere set çekti. Boşluk doldurayım derken yalnızlığın pençesine daha fazla düşüldü.
Ne yapmalı?
Bunun yanıtı hem basit hem karmaşık.
Ulusal çıkarlara dayalı gerçekçi bir dış politikanın acilen hayata geçirilmesi lazım. Devletin ortak aklından yararlanan kurumsal diplomasiye dönmek elzem. Rusya ve Çin’le yürütülen ilişkilerde liderler arası temaslar yoluyla belki bazı sonuçlar alınabilir. Ancak bu iki devletin de güçlü ve ciddi kurumlarını kenara itmediği ve uzun erimli stratejiler yürüttükleri unutulmamalı. ABD ile olan ilişkilerde ise Biden yönetiminin kurumsal mekanizmalara öncelik vereceği aşikâr. Trump dönemindeki özünde sorunlu olan balayı bitti.
İlişkileri normalleştirmeye önce kendi bölgemizden başlamak zorundayız. Bölge ülkelerinin duyarlı olduğu konularda kendi beklenti ve çıkarlarımızı da gözeten özenli bir tutum sergilenmeli. Zorunlu olmadıkça kılıç şakırdatmaktan ve dış-iç borç malulü mevcut ekonomik güçle olmayacak dualara amin demekten medet umulmamalı.
Biden döneminde ABD-AB yakınlaşmasına ve Türkiye konusunda paslaşmalara tanık oluyoruz. Dolayısıyla, transatlantik dengeler çok iyi ve gerçekçi hesaplara dayalı olarak gözetilmek durumunda.
S-400 krizini karşılıklı çıkarları gözetecek bir anlayışla aşmanın yolları bulunmalı. Dengeli bir uzlaşıya varılması Batıyla olan ilişkilerde önemli bir hareket alanı açacaktır.
AB ile olan ilişkilerin Gümrük Birliğinin güncellenmesine, düzensiz göç meselesine ve Doğu Akdeniz’deki gerilimin kontrol altında tutulmasına indirgenmemesi için geleceğe dönük aktif bir tutum izlenmeli. Toplum ve ekonomi için her şeyden ve herkesten daha önemli olan reformlar gerçek anlamda fiiliyatta uygulanmalı. Bunların bir “sıkışmışlık sendromu” sonucunda açıklanmadığının uygulamada kanıtlanması kilit önemdedir. Küresel ve bölgesel gelişmelerdeki seyrin kötüleşmeye yüz tuttuğu bu dönemde Türkiye’ye duyulan güvensizliğin aşılmasında, itibarın korunmasında ve yalnızlık çemberinin kırılmasında çoğulcu demokrasiyi hayatın her alanına yayacak reform yoluna girmek kaçınılmazdır. Bu yol yeğlenmezse, günü kurtarmaya dönük geçici tedbir ve söylemlerle yetinilirse, daralan ateş çemberi içindeki Türkiye’nin 360 dereceli savrulmasının önünü almak zor, hatta imkansız olacaktır.