Felaketlerle geçen haftada, Konya’da öyle bir katliam yaşandı ki ülkenin dört bir yanı alevler içindeyken içten içe süren başka bir yangına, çok tehlikeli bir kopuşa işaret ediyor. Anlamazsak, anlamaya çalışmazsak bu yangına da müdahale edemeyiz.
Türkiye göz göre göre gelen facialar ülkesi ve bu acı fakat aslında engellenebilir olaylar maalesef çok geniş bir yelpazede tezahür ediyor.
Altından rant yolsuzluğu çıkmayan tek bir deprem faciası yaşamadık.
Orman yangınlarıyla birlikte kullanılamayan uçaklar sorunu gündeme geldi ki 2019’dan bu yana uçak sorunu yaşandığı malumdu.
Karadeniz selleriyle ilgili yıllardır “dere yatakları inşaat molozuyla dolduruldu, Karadeniz Sahil Otoyolu derelerin denize ulaşmasını engelliyor, HES’ler sellere sebep oluyor” uyarıları yapılıyor ama aynı felaketleri, hatta bazen yılın aynı tarihlerinde yaşıyoruz.
On iki senelik hızlı tren maceramızda iki büyük hızlı tren kazası var. Hız uyarılarına rağmen ve ihmal yüzünden.
Sosyal alarmlar
Bunlar, doğa bilimleriyle uğraşan insanlara kulak asılmayan vakalara dair. Bir de uyarıların duyulmadığı sosyal vakalar var. Bunların başında kadın cinayetleri geliyor.
Daha 10 gün kadar önce, 36 yaşındaki Deniz Filiz, İstanbul Maltepe’de evli olduğu erkek tarafından bıçaklanarak öldürüldü. Deniz Filiz daha önce polise şikayet etmiş, ancak aile baskısına yenik düşmüştü. Bu olay kadın cinayetlerinde acı bir stereotip. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun yıl sonu raporuna göre, 2020’de 300 kadın öldürüldü, 171 kadın şüpheli şekilde “ölü bulundu.” Rapor, “2020 yılında öldürülen kadınların 263’ünün koruma kararının olup olmadığı bilinmezken; yalnızca 23 kadının uzaklaştırma veya koruma kararı olduğu, 45 kadının polis şikayeti, boşanma aşamasında olduğu biliniyor” diyor.
İç karartıcı örnekler, konu başlıkları maalesef çoğaltılabilir. Ancak hiçbiri daha önemli ya da daha önemsiz olmayan felaketlere yürekten üzülen kesimler dahi, felaketin öznesi Kürtler olduğunda ayrışıyor. Bu kopuşun en uzak ucundaki şuursuz milliyetçilik ile PKK’nın terör eylemlerine duyulan öfkenin arasındaki çizgi giderek belirsizleşiyor. Kürtlerin acılarını sahiplenenler, göz ardı edenler, inkarcılar, hatta Kürtler öldüğünde dahi Kürtlere öfke kusanlar var. Her şeyden önce, “Bu olayın altında ırkçılık var” dediğinde kulak verilmeyen Kürtler var.
Bağıra bağıra gelen Konya katliamı
Bir ailenin yok olduğu Konya katliamının ardından da bu ürkütücü kopuş kendisini hissetirdi. (Tehlikenin bir fragmanını görmek için BirGün gazetesinin de yayınladığı videoya bakabilirsiniz).
Anlama çabasıyla, sadece somut olaylarla ilerleyelim:
-28 yıl önce Dedeoğulları ailesi, Diyarbakır’dan/Kars’tan Konya’ya göç etti.
-11 yıl önce aile, Altun ailesinin kedilerini “çaldığını” iddia etti. Atıştılar, küfürleştiler, mahkemelik oldular.
-Bazı gazeteler, katliama 11 yıl önceki “kedi husumetinin” yol açtığını söyleyecek kadar ucuz bir indirgemececiliği okuruna reva gördü. Bu yayınları, çözüm sürecinden sonra tepeden aşağıya sirayet eden bir milliyetçilik bombardımanına maruz kalan okura yaptılar. 11 yıl önceki husumetin bir Ramazan sabahı, durup dururken tekrar alevlendiğine inanmamızı beklediler.
-Avukat Abdurrahman Karabulut’un anlattığına göre, bu yıl 12 Mayıs’ta, 50-60 kişilik bir grup, 15 yıllık komşuları olan Yaşar Dedeoğulları’nın evine taş ve sopayla saldırdı.
-Aile, evine kamera taktırdı. 70 yaşını deviren Yaşar Dedeoğulları bir kere daha göç etmek istemiyordu.
-İki aileyi barıştırmaya çalışanlar oldu.
-Saldırıda hayatını kaybedenlerden Barış Dedeoğulları, bir süre önce Gazete Duvar’a ‘Kürt oldukları için’ komşularının taciz ve saldırılarına uğradıklarını söylemişti.
-Avukat Karabulut’a göre Yaşar ve Barış Dedeoğulları, olaydan saatler önce kendisine uğrayıp saldırganların neden tutuklanmadığını sordu.
-30 Temmuz günü akşamüzeri, Mehmet Altun, Dedeoğulları ailesinin evine geldi. Avluda konuştular. Sonra torbasından çıkardığı silahla ateş etmeye başladı, 7 kişiyi 19 kurşunla öldürdü. Evi ateşe vermeye çalıştı. Kaçtı. “Psikolojik sorunları olduğu” yazıldı.
-Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Bu bir vahşettir. 7 vatandaşımızın kanı yerde kalmayacak” dedi.
-İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, “Olayın adli boyutu var ama hukuki sürece de saygılıyız. Bu olayda ırkçı bir saik varsa bunu ortaya çıkarmak ve önlem almak benim yükümlülüğümdür” demedi. “Bir süredir ırkçı saiklerle gerçekleştiği iddia edilen şiddet olaylarında artış görüyoruz” da demedi. Sıcağı sıcağına “Olayın Türk-Kürt meselesiyle ilgili herhangi bir tarafı söz konusu değildir” dedi.
-Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun onunla ağız birliği ederek “Bu cinayetin, bu vahşi katliamın ideolojik saiklerle işlendiği propagandası tam anlamıyla bir provokasyondur, yalandır” dedi.
-Ondan daha soğukkanlı olan Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, “Konya’da gerçekleşen menfur cinayetler başsavcılık talimatları çerçevesinde çok yönlü soruşturulmaktadır. Olayı yakından takip ediyoruz. Provokatif yönlendirmelerin aksine olayın etnik veya ideolojik bir saikle gerçekleştiğine dair bir bulgu söz konusu değil” dedi.
-Tabii ki sosyal medya paylaşımlarına “provokasyon” iddiasıyla soruşturma başlatıldı.
-Ailenin toprağa verildiği cenaze törenine Gül’ün yanı sıra her partiden temsilciler katıldı.
-CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, “Konya’dan korkunç bir katliam haberi aldık. Konu çok hassas olduğu için, detaylar netleşmeden konuşmak istemedim. Abdüllatif Şener Bey’in başkanlığındaki heyetimiz bölgede. Tespitler paylaşılacaktır”dedi. Bu, soruşturmaya duyulan güvensizliğin de bir işaret oldu.
-TBMM İnsan Hakları Komisyonu, önce 2 Ağustos günü, yani bugün, bölgeyi ziyaret etmeye karar verdi. Ancak HDP, ziyaretin “ortamın müsait olmaması” gerekçesiyle iptal edildiğini duyurdu.
-HDP eş Genel Başkanı Mithat Sancar “Yarın benimle birlikte geniş bir heyet Konya’da olacak. Bütün muhalefet partilerinin liderlerini ve demokrasi güçlerini de aynı tavrı sergilemeye çağırıyoruz. Bunlar öyle kişisel husumet, çıkar, münferit öfke ile açıklanabilecek olaylar değildir. Tersine sistematik bir planın adım adım hayata geçirilen vahşi uygulamalarıdır. Hep birlikte yeter diyelim, faşizme ve ırkçılığa hep birlikte dur diyelim” dedi.
Konya tek olay değil ki!
Daha 19 Temmuz’da, yine Konya’da, üstelik yine Meram ilçesinde hayvancılıkla geçinen 43 yaşındaki Hakim Dal kalabalık bir grubun saldırısında öldürülmüşse, saldırıdan sağ çıkan iki kişiden biri olan, Hakim Dal’ın kardeşi Hamdi Dal, “Kürt olduğumuz için bizi istemiyorlardı. Bize ‘buraları satıp gideceksiniz’ diyorlardı” demişse, bu yeni olayın “ırkçı saiklerinin” araştırılmasından daha doğal, daha elzem ne olabilir?
Yine 19 Temmuz’da, Afyon’un Sultandağı ilçeside bir ailenin benzer bir saldırıya uğradığı yönündeki iddialar haberlere yansıdı. Afyon’un Dinar ilçesinde geçtiğimiz yıl da Ercişli inşaat işçileri silahlı saldırıya maruz kalmış, Özkan Tokay yaşamını yitirirmiş, iki işçi ise yaralanmıştı.
Kimse “Kürttü, öldürdüm” demiyor
Cinayetlerin görünen bahanesi bazen kedi anlaşmazlığı, bazen toz, bazen gürültü. Katil ya “cinnet getirmiş” ya da “psikolojik sorunlara” yenik düşmüş oluyor. Öfkenin arkasındaki motivasyon örtbas ediliyor. ABD’de George Floyd’u öldüren polis memuru Derek Chauvin de ırksal önyargı dışındaki gerekçelere sığınmaya kalktı. Adalet ancak kamu baskısı sonucu tecelli etti. Almanya’da Türklere yönelik neo-nazi saldırılarda gerekçelere haklı olarak takılmıyoruz, her bir münferit olayın ardında sosyalleşmiş, çeteleşmiş ırkçılık olduğunu biliyoruz. Kadın öldüren erkeklerin de hep bir bahanesi var. Hiçbiri mahkemede kravatını takıp, “Kadın olduğu için öldürdüm” demiyor. Hadi, uluslararası tartışmalar, sözleşmeler “bizi bağlamıyor” artık ama Türk Ceza Kanunu’nun “nefret ve ayrımcılık” suçlarını düzenleyen 122. maddesi dahi şöyle başlıyor:
“Dil, ırk, milliyet, renk, cinsiyet, engellilik, siyasi düşünce, felsefi inanç, din veya mezhep farklılığından kaynaklanan nefret nedeniyle…”
Siyasi spektrumun her cephesinden “Türk-Kürt” kardeşliği sözleri duymaya alışığız. Kardeşlik, bu vakalar sonuna kadar araştırılıp gerçek ortaya çıkarıldığı sürece bir slogan olmanın ötesinece geçebilir. Gerçeğe, cinayetin ya da en küçüğünden bile suçun sosyal nedenleri de dahil. Başlamadan kapatılan ya da şekllendirilen davalar gerçeğe, adalet duygusuna hizmet etmiyor. Ülkede Kürtlere yönelik önyargının karşısında Kürtler arasında da bir önyargı büyüyor yıllardır. Adaletin tecelli etmediğine dair bir önyargı. Roboski davası, bu konuda çok şey anlatıyor.
Roboski’den bugüne
Şöyle ki… 28 Aralık 2011 akşamı savaş uçakları, Irak’tan Türkiye’ye kaçak sigara ve mazot getiren bir kafileyi vurdu. 28’i Encü ailesinden, 34 köylü öldü. Adına ister Roboski deyin ister Uludere, Şırnak’a 50 kilometre kadar mesafedeki yerde ölenlerin 19’u çocuktu.
HDP’nin katliamın aydınlatılması için verdiği araştırma önergesi AKP-MHP oylarıyla reddedilmişti.
Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, “Ben bu davaya bakamam, ordu baksın” demişti.
Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığı, olaydan iki yıl kadar sonra,“gerek şüphelilerin gerekse olayda görev yapan diğer TSK personelinin, TBMM ve Bakanlar Kurulu kararları çerçevesinde kanunun emrini icra kapsamında kendilerine verilen görev gereklerini yerine getirdikleri, görev gereklerini yerine getirirken kaçınılmaz hataya düştükleri, dolayısıyla eylemleri hakkında kamu davası açılmasını gerektiren sebep bulunmadığının anlaşıldığı” için takipsizlik kararı vermişti.
Adalete güvensizlik ateşini harlandırmaktan çekinenlerin sayısı azdı.
Zülfü Livaneli, sözleri Ülkü Tamer’e ait “Mayın” şiirini 1987’de besteleyip seslendirmişti. Kaçakçıları anlatan şiir, “Kürt” demese de geçimini mayınlar arasında geçiren yoksul Kürtlere dair çok şey söylüyordu.
2011’den, yani Roboski’den beri türkü, artık biraz da belirli bir aileyi, Encü ailesini anlatıyor.
Encü ailesine, diğer mağdur yakınlarına, “Ellerim yok ki artık, tütün basam yarama” demek düşmüştü.
Devlet geçimini mayınlar arasında değil, toprağından göçüp Konya’da arayan, bugün “ihmal vardı, failler ve azmettiriciler bulunsun” diyen Kürt ailenin elleri olmalı. Onların ağzını, soruşturmanın akışını ve ırkçılığa duyulan birleştirici tepkinin önünü kapatan eller değil.