Ne yazık ki Türkiye son yıllarda batıda seçim kazanmak isteyen siyasilerin topluma hedef gösterdiği bir ülke haline geldi. Batı’nın “ötekisi”, Rusya ile, Çin ile didişmek istemeyen Batılı liderlerin dişlerine göre seçtiği bir “dış düşman” gibi gösteriliyor. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve dar çevresi bunu izlenen dış (ve artık iç) siyasetlerinin doğruluğuna kanıt olarak sayabilir, ama Türkiye önüne gelenin kendisine bakmadan hakaret etmekten siyasi çıkar umduğu bir durumda olmayı hak etmiyor.
Sadece son birkaç hafta içinde üç örneğini yaşadık seçim kazanmak isteyen Batılı siyasetçilerin Türkiye’yi hedef göstermelerine.
ABD Başkanı Joe Biden, Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi’ye mesajında Suriye’de IŞİD’i bitiremiyor olmalarını Türkiye’nin PKK’ya karşı sınır-ötesi operasyonlarına bağladı. Daha önce de Dışişlerinin bütün çabalarına rağmen, BM Genel Kurulu sırasında Erdoğan’la görüşmeye yanaşmamıştı. Erdoğan’ın baş başa görüşmeyi umduğu 30-31 Ekim Roma G20 zirvesinde -ola ki görüşme sonrası basın toplantısı yapılırsa ne diyeceği endişe konusu. Çünkü bunu bir iç politika sorunu olarak görüyor. 2022 Kasım ayında ara seçimler var. Demokratlar Temsilciler Meclisinde çoğunluğu yitirebilir. Biden ekonomide söz verdiği gelişmeyi sağlayamadı. Birinci hedefi saydığı Covid ile mücadelede önce başarı sağladı ama sonra verilen destek parasını düşürdü, tepki var. Beyaz ırkçılar ayrı bastırıyor. Çin’e karşı İngiltere ve Avusturalya ile yaptığı anlaşma Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un isyanına ve Biden’ın çok önem verdiği Avrupa’yla ilişkilerin, tam da Almanya’da Angela Merkel giderken sarsılmasına neden oldu.
“Günah keçisi” lazım olunca
ABD’nin Taliban karşısında 20 yıldan sonra yenilgiyi kabul etmesi ve Biden’ın (Trump’ın almış olduğu) Afganistan’dan çekilme kararını apar topar uygulaması Suriye sorusunu ortaya çıkardı. Acaba Biden, Suriye’den de IŞİD bitirmeden çekilecek miydi? Acaba Afganistan’daki işbirlikçilerini ortada bıraktığı gibi Suriye’deki işbirlikçilerini de ortada bırakacak mıydı?
Bu sorulara cevap vermek için bir bahane, bir günah keçisi lazımdı, o da Türkiye oldu. ABD’nin hem Demokrat hem Cumhuriyetçi yönetim çevrelerinde Erdoğan deyince artık akla laik Türkiye’nin Müslüman-demokrat lideri gelmiyor. Erdoğan’ın doğal olarak Türkiye ile özdeş görülmesi, neredeyse her isteyen siyasetçinin kendi haline bakmadan Türkiye’ye vurup puan kazanmayı umduğu bir ortam doğurdu.
Oysa Türkiye’ye vurmanın sıradan Amerikan seçmeni üzerinde ciddi bir etkisi olmayacaktı ama Kongredeki Türkiye karşıtı lobileri memnun etme ihtimali vardı.
Bu durumu Macron’da da görüyoruz.
Fransa’da ilk tur başkanlık seçimleri 10 Nisan, ikinci tur da 24 Nisan’da yapılacak.
Fransız lider bu seçimi kazanarak Angela Merkel’in siyasetten çekilmesi ardından “Avrupa’nın sözcüsü” sıfatını üstlenmek arzusunda.
Macron daha aylar önce Türkiye’nin “okullar, camiler ve diğer örgütler” yoluyla Fransız seçim sonuçlarını etkilemeye çalışacağını söylemeye başladı. Nüfusu 67,5 milyon olan Fransa’da 1,5 milyon kadar Türkiye kökenli insan yaşıyor ve hepsinin de Erdoğan hayranı olduğu söylenemez. Diğer örgütler derken neyin kastedildiğini ise Fransa Senatosunun tutup ilişkilerin iyi gitmesi için paralel diplomasi yapan TÜSİAD’ın Boğaziçi Enstitüsünü hedefe koyduğunda gördük. Pes dedirtti, TÜSİAD.
Geçen hafta 7 Ekim’de Macron, Fransa’nın Cezayir katliamlarını unutarak 300 yıl süren Türk sömürgeciliğinden söz etti. Amacı Fransa’daki çoğu Cezayir, Fas ve Tunus kökenli Müslüman oyları etkilemekti. Bunun üzerine Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da “Böyle seçim kazanamazsın” diye sert ama hafif alaycı bir tepki verdi. Macron 8 Ekim’de de Yunanistan’la “Türk tehdidine” karşı, “Savunma İşbirliği” adı altında bir silah satış anlaşması imzaladı.
Çin, Rusya ve Türkiye mi?
Avusturya’da seçimlere daha çok var; erken seçim olmazsa 2024’te.
Ancak Avusturya’nın 9 Ekim’de yolsuzluk iddiaları üzerine Başbakanlıktan istifa eden aşırı sağcı Avusturya Halk Partisi lideri Sebastian Kurz’un, tıpkı Macron gibi Merkel-sonrası Avrupa’nın sözcüsü olmak isteyen siyasetçilerden. Partisini bırakmış değil, yeni bir fırsat kolluyor.
Kurz geçenlerde Afgan göçmenlerin Avrupa yerine “Türkiye gibi komşu ülkelere” gitmesi çağrısında bulunmuştu. Macron’un Türkleri sömürgecilikle suçlamasından bir gün önce, 6 Ekim günü Kurz da Batı Balkanlar Zirvesinde yaptığı konuşmada Türkiye’yi hedef gösterdi. Hem de ne hedef gösterme… Eğer AB Batı Balkanlara bir perspektif sunamazsa “Çin, Rusya, ya da Türkiye gibi diğer süper güçler” daha büyük rol oynarlardı. Tekrar edeyim; “Çin, Rusya ve Türkiye gibi süper güçler” dedi hırslı politikacı. Bu kuşkusuz Erdoğan ve dış politika ekibinin gururunu okşayan bir tanım ama her şeyden önce Avrupalı sağcı siyasetçilerin “Türk tehlikesini” ne kadar abarttığını ve bundan fayda beklediğini gösteriyor.
Tabii şöyle bir durum var. Çin’den korkuyorlar; Çin güçsüz gördüğü devletleri ülke ülke satın alıyor deyim yerindeyse. AB ülkeleri, üstelik şimdi siber savaşta uzmanlaşmış Çin ile takışmak istemiyor. Rusya’ya gelince, Vladimir Putin’in eli doğal gaz vanasının üzerinde. Ona da laf söyleyemiyorlar. Geriye Erdoğan’ın kendisini İslam dünyasının -olmadığı halde- lideriymiş gibi göstermekten hoşlandığı, geçici taktikler için Taliban’la benzeştiğini söyleyerek haksız korkuları beslediği Türkiye kalıyor.
Ne yazık ki Türkiye ile mücadele etme vaadinin canı isteyen her Batılı siyasetçi tarafından sorumsuzca kullanıldığı bir durumdayız.