Dönemin Başbakanı Adnan Menderes ve beraberindeki heyet, Irak ve Lübnan hükümetlerinin davetlisi olarak, 6 Ocak 1955 sabahı saat 10.30’da İstanbul Yeşilköy havaalanından kalkan özel bir uçakla, Irak’ın başkenti Bağdat’a gitti. Ziyaret, Irak’ın o devirde Türkiye’ye yakın duran Başbakanı Nuri Said’in 1954 yılı Sonbaharında Türkiye’ye yaptığı ziyaretin iadesi amacıyla düzenlenmişti.
Osmanlı askeri okulundan mezun ve gayet iyi Türkçe konuşan Nuri Said (Paşa) ile Başbakan Adnan Menderes arasında yakın bir şahsi ilişki mevcuttu. O dönemde imzalanan Bağdad Paktı iki ülkeyi birbirine iyice yaklaştırmıştı. Öyle ki, 1958 yılında Nuri Said Paşa ve Kral Faysal’ı darbecilerin elinden kurtarmak için Demokrat Parti iktidarı bir operasyon plânlamış, bu amaçla Ürdün’e bir ekip göndermişti. Ancak Kral Faysal ve Başbakan Said’in darbeci General Kasım güçlerince daha önce öldürülmesi üzerine, operasyon için Ürdün’ün başkenti Amman’a kadar giden özel ekip Türkiye’ye geri çağrılmıştı.
“Cami kula değil, kul camiye gider”
Türkiye o dönemde, 1952’de girdiği NATO’daki müttefikleri ABD ve İngiltere ile eşgüdüm içinde, kurulması tasarlanan bir Orta Doğu Savunma Paktına girmelerini sağlamak üzere bazı Arap ülkelerini ikna etmek için gayret göstermekteydi. Türkiye, bu amaçla Cumhuriyet döneminde özel ilgi göstermediği Arap ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmeye başlamıştı. Ancak, başta Mısır olmak üzere birtakım Arap ülkeleri Türkiye’nin Arap dünyasına ulaşma çabalarını Osmanlı’yı yeniden diriltme girişimi olarak algılamakta ve bundan rahatsızlık duymaktaydı. Özellikle, Mısır rahatsızlığını, üst düzeyli açıklamalarla devamlı dile getirmekten ve Arap kamuoyuna yansıtmaktan da çekinmiyordu.
Nitekim, Başbakan Menderes Mısır’ın söz konusu rahatsızlığını Said’in dikkatine getirerek, onun görüşünü sorduğunda Said’in, mealen; “Arap dünyasında her zaman bir çekişme vardır. Kendi aramızda devamlı kavga ederiz. Siz bizim dünyamızda kime yakınlaşırsanız, bir diğerini küstürürsünüz. Siz, bir cami gibi olsanız ve bizlere bulaşmasanız çok daha iyi olur. Unutmayın, cami kula gitmez, kul camiye gider” dediği söylenir.
Erdoğan’ın Suudi Arabistan’a gidişi
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın önceki gün gerçekleşen Suudi Arabistan ziyareti nedense, Nuri Said’in Menderes’e verdiği bu cevabı aklıma getirdi.
Son dönemde iktidar, yanlış politikaları sebebiyle Türkiye’yi içine düşürdüğü derin yalnızlıktan kurtarmak amacıyla çarpıcı adımlar atıyor. Bu uğurda, bütün ilkelerini çiğnemekten de kaçınmıyor. Zira, yine yanlış politikaları yüzünden ülkeyi içine düşürdüğü ekonomik felaketin yol açtığı çaresizlik iktidara başka bir seçenek bırakmıyor.
Nitekim, son olarak, Suudi Arabistan ile ilişkilerimizde yaşananlar, iktidarın dış politikadaki çaresizliğinin en bariz örneğini oluşturuyor. İktidar, bir anlamda duygusallığının ve öngörüsüzlüğünün kurbanı oldu. Büyük bir tutarsızlık sergileyerek, inandırıcılığını ve güvenirliğini zedeledi.
Her şeyden önce, Cemal Kaşıkçı cinayeti yüzünden liderliğine bir türlü gerçek anlamda meşruiyet kazandıramamış olan Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed Bin Salman (MbS) aklanmış gibi oldu. Hem de kendisini bizzat suçlayan, dünya kamuoyuna MbS’nin işlediği ağır suçun unsurlarını istihbarat yöntemlerini açıklama pahasına en ince ayrıntısına kadar sergileyen Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından.
Suudilerle yakınlaşma uğruna
Ancak MbS, başta ABD Başkanı Joe Biden olmak üzere demokratik ülkelerin liderleri nezdinde yitirdiği itibarını ihya etmekten henüz çok uzak. Nitekim, Suudi Arabistan’ın ABD ile Ukrayna krizi bağlamında yaşamakta olduğu gerginliğin temel sebeplerinden birisi, ABD’nin Kaşıkçı cinayeti ve insan hakları alanında Suudi Arabistan’a yönelttiği eleştirilerdi. Bu çerçevede, MbS’’ye baskı uygulamak bakımından ABD tarafına verilen en büyük koz Türkiye’nin sağladığı Kaşıkçı’nın infaz edildiğine dair delillerdi. Dolayısıyla, Türkiye, şimdi Kaşıkçı cinayeti dosyasını kapatmakla Suudi Arabistan nezdinde ihya ettiğini düşündüğü itibarını, ABD ve Batılı müttefikleri nezdinde misliyle yitirme riskiyle karşı karşıya.
Türkiye’nin Batılı müttefiklerinin, evrensel hukuk ilkelerinin pervasızca ihlâline somut bir örnek oluşturan Osman Kavala’nın mahkûmiyet kararı sebebiyle Türk adalet sistemine duydukları kuşku ve güvensizlik, Kaşıkçı hadisesi çerçevesinde daha da pekişmiş olsa gerektir. Zira, Türkiye’nin tek adamı, Suudi Arabistan ile yakınlaşma uğruna, Batılı müttefikleri nezdinde güven oluşturmak amacıyla kullandığı evrensel doğruları önceleyen ilkelerinden bir çırpıda fedakârlık edebilmiştir.
Sedat Peker ve Müslüman Kardeşler
Suudi Arabistan ile ilişkileri onarmanın, Türkiye açısından belki bazı sınırlı ekonomik getirileri olabilir. Ancak bu adımın orta vadede önemli siyasi maliyeti de olacaktır. Arap ülkeleri arasında bitmek bilmeyen bir rekabet hüküm sürdüğünü Orta Doğu’yu tanıyanlar iyi bilir.
Nitekim, Birleşik Arap Emirlikleri lideri Muhammed bin Zayed (MbZ) ile Suudi Arabistan veliaht prensi Muhammed bin Salman (MbS) arasında içten içe bir çekişme olduğu herkesin malumudur. Bu bağlamda, Cumhurbaşkanı Erdoğan Orta Doğu’nun iki ihtiraslı lideriyle de arasını düzeltmekle, aynı Nuri Said Paşa’nın Menderes’e yaptığı uyarıda vurguladığı gibi, ister istemez bu çekişmenin de bir parçası oldu. Nitekim, MbS ile gerçekleşen görkemli buluşmanın hemen akabinde Sedat Peker’in tekrar ortaya çıkması son derece manidardır.
Görünen o ki, yakın bir zaman içinde Mısır ile ilişkilerde de benzer gelişmeler yaşanacak ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, ağır şekilde eleştirdiği Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah Sisi ile de kucaklaşacak. Nitekim, Müslüman Kardeşler (MK) unsurlarının Türkiye dışına çıkarılması, örneğin MK çizgisindeki ana uydu TV kanallarından Mekamleen’ in Türkiye’deki faaliyetlerine Suudi Arabistan ziyaretiyle aynı günde son verilmesi buna delalet ediyor.
Öngörülebilirlik, tutarlılık, güvenilirlik
Böyle bir gelişme elbette son derece sevindirici olur. Ancak, dış ilişkilerinde bu kadar radikal değişimler sergileyen bir ülkenin muhatapları nezdinde öngörülebilirlik, tutarlılık ve güvenilirlik bakımından sorun yaşaması kaçınılmazdır.
Öte yandan, Ukrayna krizi çerçevesinde Batı bloku ile Rusya arasındaki gerginliğin iyice tırmanmış olduğu şu sırada hassas bir tarafsızlık ve denge politikası izlemeye gayret eden Türkiye’nin, dış ilişkilerinde bu tür tutarsızlıklar sergilemesinin, çatışan taraflar arasındaki arabuluculuk girişimlerinin samimiyeti bakımından uluslararası camiada soru işaretlerine yol açması da şaşırtıcı olmayacaktır.
İşin en üzücü yanı, iktidarın dış ilişkilerde görülmemiş bir pragmatizm sergilerken, yurt içinde son derece katı politikalar izlemekte ısrar etmesi. Bu bize, seçim sürecine girilmiş olduğu bir dönemde, iktidarın beka söylemini tekrar ön plana çıkaracağını, demokrasi ve özgürlükler üzerindeki baskıyı daha da arttıracağını göstermekte. Kısacası, önümüzdeki günlerin bugüne nazaran çok daha sıkıntılı geçeceği anlaşılıyor.