Cari işlemler hesabında kötüleşme devam ediyor. Yılın ilk çeyreğinde 18,1 milyar dolar cari açık verdik. Son dört çeyreğin toplam GSYH’sine oran olarak yüzde 2,2’lik bir cari açıkla karşı karşıyayız. 2012’den bu yana görülmemiş yükseklikte. 2000’den bu yana bakarsanız da sadece 2011’in ilk iki çeyreğinde bundan daha yüksek cari açık-GSYH oranı (sırasıyla yüzde 2,6 ve 2,7) var.
Bu anlamda bir rekor değil. Değil de o dönemle bu dönem arasında şöyle bir fark var: Şimdi cari işlemler fazlası vermeye soyunan bir ekonomi programı uyguladığımız ileri sürülüyor. Çok değil geçen yılın son aylarında sık sık duyuyorduk: Rekabetçi kur – ihracata dayalı büyüme – cari işlemler fazlası falan…Oysa daha önce böyle bir söylem yoktu.
Cari işlemler fazla verecekti
Bir de şu var: Bu yılın ilk çeyreği dışarıda bırakıldığında, son yirmi bir yılın ilk çeyreklerinde verilen ortalama cari açık-GSYH oranı yüzde 1,2. Oysa şimdi cari açık-GSYH oranı bir puan daha yüksek. Yani, cari açığı iyileştirmeyi amaçlarken tam tersini gerçekleştirdik.
İlk bakışta haksızlık yapıyormuşum gibi gelebilir. Çünkü cari açığın bu denli yükselmesinde enerji fiyatlarındaki sıçramanın önemli bir rolü var. Var da…
Sorun tam da burada. Enerji ithalatçısı bir ülkeyiz. İthal ettiğimiz ham petrolün ya da doğalgazın ithal fiyatları uluslararası piyasalarda belirleniyor; kontrolümüzde değil. Son zamanlarda ham petrol fiyatlarında gözlenen yükseliş ilk defa yaşanmıyor. Bundan çok daha yüksek olduğu dönemler de oldu. Bu anlamda çok ama çok nadir görünen bir olgu yok ortada. Farklı bir ifadeyle bir ‘siyah kuğu’ anı yaşamıyoruz.
Sık rastlanan bir olguyu dikkate alıp, yine enerji fiyatları yükselirse durum ne olur diye bir risk analizi yapılmaz mı? Yapılır da karar alıcılarımızın yapmadıkları apaçık ortada.
Neden tüm yumurtaları aynı sepete koyduk?
Merkez Bankası politika faizini Eylül-Aralık 2021’de beş puan düşürdü. Ne zaman düşürdü? Enflasyon yüzde 20, enflasyon hedefi yüzde 5 iken. Neden düşürdü? Sözde paramız kontrollü bir şekilde değer kaybedecek (döviz kuru sınırlı yükselecek), mallarımız yabancı para cinsinden ucuzlayacak ve yurtdışına daha fazla mal satabilecektik. Böylece ihracatımız artacaktı.
Kur yükselince yabancı mallar pahalılaşacağı için yurtdışından daha az mal ithal edecektik; ithalatımız azalacaktı. Sonuçta mutlu sona ulaşacaktık: Cari dengemiz fazla verecekti. Sonra kur sakinleşecek ve enflasyon düşecekti. Bu arada atı alan bizler Üsküdar’ı geçecek ve ekonomimizin yapısını değiştirmiş olacaktık.
Bu kadar kolaydı. Düşür faizi, değiştir ekonomik yapıyı…
Risk analizi yapılmayınca
Peki ya enerji fiyatları yükselir ve cari açığımız düşmezse ne olacaktı? Bunun analizi yapılmış ve ona göre önlemler düşünülmüş müydü?
Peki ya enflasyonla mücadele ettiğini söyleyen bir para otoritesinin, enflasyon, koyduğu hedefin dört katında geziniyorken, pat diye politika faizini düşürmesi, riski ve döviz kurunu sıçratırsaydı? Bunun analizi yapılmış ve ona göre önlemler düşünülmüş müydü?
Ya ikisi birden gerçekleşirse ne olurdu?
Nitekim öyle de oldu…
Faizi beş puan düşürünce, riskimiz sıçradı. Anında döviz kuru da. Arkasından enflasyon azdı. Döviz kurundaki sıçrama ürkütücü boyutlara gelince döviz kuruna ‘arka kapı müdahaleleri’ başladı. Yüklü miktarda döviz satıldı. Aynı anda bir de kamu bütçesinin başına ileride büyük bir bela olma potansiyeli taşıyan kur korumalı mevduat sistemi icat edildi.
Döviz kurundaki çılgın gidişat tersine çevrildi. Bu tersine çevrilme sadece kur korumalı mevduat sisteminin kerametine bağlandı. Yüklü döviz satışlarından hiç söz edilmedi.
Bir başka bahar mı?
Sonra Rusya-Ukrayna savaşı patladı. Enerji ithal fiyatları da… Cari açığımızın iyileşmesi bir başka bahara kaldı. Hadi beklerdik o baharı ama nasıl bir ortamda bekleyecektik?
Merkez Bankası’nın brüt döviz rezervi düşük bir düzeye inmişti. Net rezervi ise eksiydi. Tüketici enflasyonu yüzde 70’ye, üretici enflasyonu ise yüzde 120’ye ulaşmıştı. Risk primi 600’ün üzerine çıkmıştı. Politika faizi yüzde 14, mevduat faizi ise taş çatlasa yüzde 20 düzeylerindeydi.
Kısacası ortada sürdürülemez bir durum vardı. Evet, her sürdürülemez durum bir süre sürdürülebilirdi. İktisat kuramı bize mevcut koşulların sürdürülebilir olup olmadığını belirlemekte yardım ediyordu ama bu durumun ne zaman sonlanabileceği açısından pek ışık tutmuyordu.
Yeter ki döviz gelsin telaşı mı?
Böyle bir ortamda –ortama gelinmesinde her ne kadar çok önemli bir rol oynadıysalar da- karar alıcıların paniklememesi gerekiyor. Paniklerlerse, panik kararlar alınıyor. Bu kararlar kulaklara kar suyu kaçırabiliyor. Sürdürülemez durumun sürmesi açısından büyük bir risk bu.
Son zamanlarda açıklanan bazı kararlar döviz işlemlerinin bir yandan giderek kontrol altına alınmaya çalışıldığı diğer yandan bankalara ve onlardan da Merkez Bankası’na -ne olursa olsun- biraz daha döviz gelsin amacıyla hareket edildiği izlemi veriyor. Üstelik bu kararlar bir paket olarak –tutarlı bir bütün olarak ve tek seferde- açıklanmıyor. ‘Şu gün şu, bugün de bu’ şeklinde açıklanan kararlar belirttiğim izlenimi daha da güçlendiriyor. “Bir telaş mı var?” sorusunu akla getiriyor. Olduğundan / olacağından daha fazla döviz talebi yükseliyor.
Ahretliği kurtarmak
Bunlar yetmiyormuş gibi bir de yeni düşük faizli konut kredisi paketi açıkladık. Sanki başımıza bu gelenlerin temel nedeni faiz indirimi değilmiş gibi yapmayı sürdürdük.
Bu satırlar yazılırken dolar kuru 15,60 düzeyine çıktı. Risk primimiz 700’ün üzerinde. Ekonomi politikası oluşturanlar ile uygulayanlar belki üzerlerinde biraz düşünürler de bu sevimsiz gidişatın önlenmesi açısından bir yararı olur istedim. Ahretliğimi kurtarma yazısı anlayacağınız…