Günlerdir asgari ücrete yapılacak artış konuşuluyor. Bu da seçmene hükümetin kararı olarak sunuluyor. Böylece, derin bir ekonomik kriz ortamında girilen seçim sürecinde iktidarın en büyük kozlarından biri asgari ücrete yapılacak yüksek zam haline geldi. Keza senelerdir, asgari ücret zamları seçmen rızası almanın ana kanallarından birini oluşturuyor. Asgari ücret zammı sosyal politikaların, kalkınma politikalarının, enflasyonla mücadelenin yerine geçmiş durumda adeta. Oysa tek başına asgari ücret zamlarıyla ne yoksullukla mücadele olur, ne enflasyonla mücadele olur, ne de kalkınma olur.
Yine de, her sene bu günlerde olduğu gibi, yoğun biçimde asgari ücreti konuştuğumuz halde sorunun özüne yeterince inmiyor ve iktidar politikalarını doğru açıdan sorgulamıyoruz. Sonuçta iş, kimin daha yüksek rakamı telaffuz edeceğine dayanan bir popülizm yarışına dönüyor ve iş buraya gelince, iktidarda olan, muhalefettekine göre hep daha fazla kazanıyor.
Yapılması gereken öncelikle doğru soruları sormak. Toplumca, asgari ücretin ne kadar artırılması gerektiğinin temel soru olduğunu varsayıyor gibiyiz. Elbette enflasyonun bu derece yüksek olduğu bir ülkede bu önemli bir soru ve elbette asgari ücret enflasyon üstünde artırılsa dahi yine düşük kalacak. Hatta şunu da geçmeyelim, sadece asgari ücretlilerin değil, tüm maaşlı çalışanların maaşları düşük. Örneğin Türk-İş’ göre son 20 yılda memur maaşları ve emekli maaşları asgari ücret artışının ancak yarısı oranında arttı.
Enflasyonla mücade ile birlikte düşünülmeli
Ama bu durumun temel sebebinin yoksul bir ülke olmamız olduğu, asgari ücretin ve tüm ücretlerin artmasının yolunun kalkınma olduğu, ücret artışlarının enflasyonla mücadele ile birlikte ele alınması gereken konular olduğu, asgari ücret konusunda esas anormal olanın bu ücretle çalışanların sayısı olduğu, asgari ücretin bir başlangıç ücreti değil ortalama ücret haline gelmiş olmasının yanlışlığı ve mevcut asgari ücret politikaları sonucu dev bir asgari ücretli ordusu oluşmasının popülizmle mücadeleyi nasıl zorlaştırdığı yeterince konuşulmuyor.
O halde mevcut asgari ücret politikalarına daha anlamlı ve yapıcı bir eleştiri sunabilmek için bu konulara kısaca bir göz atalım.
Enflasyon oranına göre asgari ücreti artırmak doğal elbette, ama enflasyonla mücadele etmeden yalnız asgari ücreti artırarak işi halletmiş gibi yapmak, sorunu ötelemekten başka pek birşey getirmiyor çünkü bu durum öncelikle bir ücret-fiyat sarmalı yaratıyor.
Ayrıca, yalnız asgari ücret artışına odaklanmak daha derin sorunlar olan enflasyonu ve yoksulluğu maskeliyor ve olaya sanki hükümet kararıyla çözülebilecek bir durum görüntüsü kazandırarak hükümet-vatandaş ilişkisini bir patron-yanaşma ilişkisine çeviriyor ve vatandaşı güçsüzleştiriyor.
Asgari ücretle çalışan oranı sıradışı seviyede
Bunlara ilaveten, enflasyonu düşürmeksizin sadece asgari ücret artışıyla günü kurtarmaya çalışmanın bazı mikro zararları var. Kayıtdışı işçi çalıştırmanın, hatta işten çıkarmaların artmasının yanı sıra, belki de en büyük büyük sorun, asgari ücretle çalışan sayısının artması. İşveren, yeni işe aldığı, kalifiye olmayan çalışanına verdiği zamlı ücretin maliyetini, daha kalifiye olan çalışanlarına da aynı ücreti vererek dengelemeye çalıştıkça bir asgari ücretli ordusu oluşuyor.
Bugün Türkiye’de asgari ücret adeta ortalama ücret olmuş durumda. DİSK başkanı Arzu Çerkezoğlu’nun dikkat çektiği gibi, gelişmiş ülkelerde asgari ücretle çalışanların toplam iş gücü içindeki oranı yüzde 10’u geçmiyor. Türkiye’de ise bu oran DİSK’e göre yüzde 50’nin üstünde, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na göre yüzde 37 oranında.
Bunlar çok yüksek rakamlar. Asgari ücret, ilk kez bir işe giren birinin, işteki ilk aylarında alacağı bir alt limit olmalıdır. Yani vasıfsız, tecrübesiz, iş gücüne yeni katılan birinin alacağı ücrettir ve tecrübe ve kabiliyetler arttıkça ücret artmalıdır.
Asgari ücretli sayısının artması popülist siyaseti besliyor
Oysa, asgari ücretin ortalama ücret haline gelmesi durumunda, kalifiye olan-olmayan ayrımı kalmıyor. 20 yıllık tecrübesi olan veya üniversite mezunu bir çalışan ile ömründe ilk kez bir işe giren, ortaokul diplomasına sahip olmayan bir çalışan aynı maaşı alabiliyor. Bu durumda çalışan tarafında yükselme motivasyonu, işe bağlılık ve devamlılık gibi olumlu koşullar oluşamıyor.
Ayrıca, asgari ücretle çalışan sayısının artması, bu sayının toplam iş gücünün neredeyse yarısına yakın bir kısmını oluştuyor olması siyasi açıdan da endişe verici sonuçlar doğuruyor ve popülist siyasetin kolaylaştırıcısı oluyor. Çünkü, iş gücünün çok önemli bir kısmının maaşının belirlenmesinde hükümet belirleyici konuma geliyor. Bu durumda asgari ücrete yüksek bir artış, bu maaşı ödeyen hükümetin bizzat kendisi olmasa dahi, vatandaş tarafından iktidardan gelen bir armağan, hatta bir bağış gibi değerlendirilebiliyor. Bu da, milyonlarca dar gelirli vatandaşı iktidarın sunduğu otoriter pazarlıklara razı etmek suretiyle demokrasi talebine ket vuruyor.
Asgari ücrete yapılacak zamlar, sosyal politikaların, kalkınma politikalarının ve enflasyonla mücadelenin yerine geçmemeli.
Peki ne yapılmalı?
Son yirmi yılda tüm dünyada illiberal, popülist siyasetçilerin iktidara gelmesi, 90’lı yıllar boyunca anaakım partilerin yoksulluk sorununu ihmal etmiş olmalarıyla yakından ilgiliydi. Bugün popülist dalgayı durdurma hedefi güden liberal veya sosyal demokrat partilerin yoksulluğu mutlaka gündemlerinde tutmaları gerekiyor. Bu, emek-sermaye ilişkisinde de emek tarafına destek vermeyi içeriyor. Fakat mesele şu ki, emekten yana duruşun sürdürülebilir politikalarla gerçekleştirilmesi gerekiyor.
Sosyal adalet için yapılması gereken, asgari ücreti enflasyonla mücadeleyle birlikte düşünmek, ayrıca bir yandan eğitim politikalarıyla kalifiye işgücü arzını sağlayarak, bir yandan da yapısal reformlarla iş imkanları yaratarak asgari ücretle çalışanların oranının düşürmek ve nihayet emeği değil serveti vergilendirecek bir vergi reformu ile gelir adaletini desteklemektir.
Çalışanın hakkı, emeğinin karşılığını almaktır. Bileğinin hakkını, bileğinin diyeti gibi kabul etmeye zorlanmak reva değildir.