Bu yazıyı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na verilen 2 yıl 7 ay 15 günlük hapis cezasının hemen sonrasında yazıyorum. Kararın onanması durumunda İmamoğlu’na siyasi yasak da gelecek. Aday olması zaten Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylık arzusundan vazgeçmemesi nedeniyle zor gözükürken, bu kararla birlikte hukuken karışan statüsü adaylığını iyice zora sokacak. Bu kararın muhalefet cephesinde iktidar açısından irrasyonel bir adım olarak görülerek otomatik olarak muhalefetin hanesine yazılacak bir artı puan diye algılanmasına katılmıyorum.
İmamoğlu kararı adaylıktan çok daha öte iktidarın topyekûn anlaşılması gereken stratejisinin son derece önemli, seçim sonuçları açısından son derece belirleyici olan bir ayağı. Ama sadece bir ayağı.
Seçimlere aylar kala iktidar bloğunun seçimli otoriter sistemlerin seçim kazanma menüsündeki tüm araçları harekete geçirdiğini ve muhalefetin ise, bunun farkında olmayı bir kenara bırakın, tek temel siyasi motivasyon ve aracınınsa iktidar partisine yönelik tepki oylarının kendilerine seçim kazandıracağına dair güven olduğunu düşünüyorum.
Bu yazıda iktidarın hepsi birbirinden farklı gözüken ama aslında bir bütün olarak anlaşılması gereken seçim kazanma menüsünü topyekûn bir siyasal strateji olarak tartışmak istiyorum.
İktidarın bugüne kadar kullandığı iktidarda kalma yöntemlerinden en başarılısı seçmenleri bir kültür çatışmasına hapsetmek oldu. Kültürel çatışma doğası gereği çıkarlar üzerinden seçmenin parti aidiyetini değiştirmesini zorlaştırdı. Seçmenleri katı kimliklere hapsederek iktidar değişikliği durumunda bu kimliğe ait değerlerin saldırıya uğrayacağı korkusunu büyüttü. Dolayısıyla seçmenin, tercihlerini sıfır toplamlı bir oyun içerisinde (o kazanırsa ben her şeyimi kaybederim) değerlendirmesine neden oldu.
Uzunca bir süre kültür çatışmasını besleyen tarzda siyaset yapan muhalefet, özellikle 2018 sonrasında seçmenin önemlice bir bölümü için bu sıfır toplamlı oyunu değiştirdi. Herkesin kazanabilmesinin mümkün olduğunu söyledi. Türkiye’nin ana çatışmasını muhafazakâr-seküler çatışması olmaktan çıkarıp, ana çatışmayı herkesi kapsayan bir hak ve hukuk mücadelesine dönüştürmeye çalıştı. Bir diğer deyişle kimliğiniz farklı olsa da haklarınız bizimle güvence altında demenin önemini anladı. Bu mesaj hala seçmenin tamamına ulaşmasa da artık siyaseten ortada.
Ancak CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun başörtüsü yasa önerisi ile başlayan tartışma, hemen akabinde iktidar partisinin önerisi ile aile üzerinden yürüyen bir tartışmaya evirildi. Aile ve muhafazakâr değerler üzerinden yapılan tartışma sadece Türkiye’ye özgü bir gerilim hattı değil, küresel düzeyde de aktörleri siyasal olarak yeniden hizalama potansiyeline sahip yeni bir siyasal hat. Bu siyasal hattın Altılı Masada bu konuda derin bir yarılma üretmesi mümkün ve bu konudaki yarılmanın sinyalleri daha şimdiden ortaya çıkmış durumda. Nitekim İYİ Parti başörtüsü Anayasa değişiklşiğine evet diyeceğini açıkladı.
Kısacası Türkiye’de alevi sönmek üzere olan kültür çatışmasının etkisini küresel dinamikler ve bunun farkına varmayan muhalefet yeniden alevlendirmiş gibi gözüküyor. Bu gerilimi seçime giderken daha da güçlü şekilde hissedeceğiz.
Ülkenin içinden geçtiği ekonomik kriz, kültürel kimliklerin yanına bir başka varoluşsal sorun ekledi: aç kalmama mücadelesi. Ekonomik kriz seçmenlerin oy verme davranışlarını kimlik tercihlerine göre değil, ekonomik çıkarlarına göre verebilmesinin önünü açtı.
Üstelik ekonomik kriz iktidarın elindeki ikinci önemli enstrüman üzerindeki kontrolünü de elinden aldı: kaynakların sadakat/kayırmacılık üzerinden yeniden dağıtımı. Dağıtılacak kaynak azaldıkça iktidarın popülist temelleri ve yaygın dağıtım ağları zedelendi ve giderek çok daha küçük bir grubun kaynaklardan olağanüstü eşitsiz bir pay aldığı bir modele dönüştü. Bu yeni dağıtım modeli iktidarın oy potansiyelini ciddi bir biçimde azalttı.
Krizin tek başına iktidar aleyhine sonuçlar yaratmasının onünde üç önemli sorun var: İlki seçmen tercihini sadece bugüne göre değil, geleceğe referansla yapıyor. Yani krizin ne olduğu kadar, bu krizin gelecekte neye evirileceğini ve krizi en iyi kimin çözebileceğini de hesaba katıyor. İkincisi muhalefetin bu konuda çizdiği parçalı görüntü, yürütmeyi “yürütmeme üzerinden” geçiş hükümeti olarak tasvir etmesi seçmenin peki o zaman kimle, nasıl çözecekler algısını güçlendiriyor. Bu konuda muhalefetin bir sözü olsa bile bu sözü taşıyacak güçlü bir aktörü yok. Son olarak, hükümet ülkenin yarınlarını ipotek altına alırcasına arttırdığı kamusal harcamalar ile kriz üzerinden azalan oy potansiyelini telafi etme şansını sonuna kadar deniyor ve denemeye devam edecek.
Bütün bunlar böyle bir ekonomik krizi yaratan ve yönetemeyen bir parti seçimleri nasıl olsa kazanamaz iddiasına şüphe ile yaklaşmamamıza neden olmalı.
Seçimli otoriter sistemlerde iktidarın menüsünde bulunan üçüncü araç ise iletişimin/ bilginin kontrolü. Kim olduğumuz nereden bilgi aldığımızı, nereden bilgi aldığımız ise kim olduğumuzu şekillendiriyor. Son 20 yılda iktidar tüm bağımsız medya kurumlarını baskı, el değiştirme, kapatma, yargı, dolaylı kontrol gibi çeşit çeşit tekniklerle kontrolü altına aldı.
Ancak hem yeni iletişim mecralarının sunduğu fırsatlar hem de muhalefetin medya alanına daha güçlü girmesi ile bu tekelin büyük oranda kırıldığını söyleyebilirim. Halihazırda muhalefetin çok seyredilen, sözünü milyonlarca insana taşıyabildiği televizyon kanalları, çok okunan gazeteleri var. Daha da önemlisi inanılmaz zengin bir dijital habercilik alanı açıldı. Bu tarz platformlar geniş halk kitlelerine ulaşmıyor olsalar bile bilginin rafine hale geldiği, kamusal sözün oluştuğu ve alternatif bir anlatının serpilip yayıldığı çok önemli mecralar.
Ancak bu mecranın en önemli sorunu merkezi olarak bilgi üreten bir hatta karşı son derece merkezsiz, dağınık ve manipülasyona açık bilgi üretmesi.
Nitekim kontrol sosyal medya çağında sadece yasaklayarak değil, aynı zamanda alternatif bilgi üreterek ve onu dolaşıma sokarak sağlanıyor. Muhalefetin içindeki ortak anlatı yokluğu ve özellikle aday konusundaki gerilim muhalefetin toplumla siyasal iletişimini inanılmaz bir biçimde manipülasyona açık hale getiriyor.
Alternatif anlatı ile yetinmeyen hükümet geçtiğimiz Ekim ayında sonuçları açısından çok kritik bir yasa çıkardı. Sansür yasası olarak bilinen bu yasa ana akım medyanın tekelleşmesine ve kontrol altına alınmasına paralel olarak oluşan yeni medya alanını kontrol altına almak için oluşturuldu. Bir hükümet yetkilisinin yanlış dediği bir haberi yayan herhangi birine ağır hapis cezaları öngören bu yasanın hedefi seçimler yaklaşırken tüm itirazların sesini kısmak, alternatif bir bilginin yayılmasını önlemek olacak.
Krizler hiçbir zaman tarafsız olgular değiller, siyasal aktörler tarafından kamusal alana taşınan ve bir tür güç gösterisi haline dönüştürülmesi çok mümkün siyasal araçlar. Kriz performansı ise özellikle popülist siyasal hareketlerin belkemiği . Krizler siyasi tartışmanın şartlarını ve alanını radikal bir biçimde basitleştirirken, güçlü liderliğin ve hızlı siyasi eylemin öneminin altını çizer.
Popülist aktörler var olan (covid krizi gibi), kendi sorumlulukları olan (ekonomik kriz gibi) ya da çoğu zaman kendi icat ettikleri krizi (ahlaki kriz gibi) kendilerinden başkasının yönetemeyeceğine, eğer tehlikeli ötekiler iktidara gelirse krizin daha da büyüyeceğine, toplumun bir uçurumun eşiğinde olduğuna halkı ikna etmeye çalışırlar. Bu ikna süreci eğer popülist siyasal partiler iktidardaysa kendi kontrolleri altında olan basın yoluyla güçlendirilir, yaygınlaştırılır.
Türkiye’nin 2015-2016 sürecinde çok net yaşadığı bu uçurumun kıyısında olma duygusunun iktidarın elini nasıl güçlendirdiğini biliyoruz. Tekrarlayan dış politika ve güvenlik krizlerinin de aslında temelde bir kriz performansı olduğunu.
Mevcut durumda ise tekrar tekrar sahneye sürülen bu kriz senaryosunun alanı daralmış durumda. Özellikle Rusya’nın Ukrayna’yı işgali dış politikada hükümete daha az “kriz yaratma alanı” bırakmış durumda. Bir süredir tam da bu nedenle hükümet kriz yaratmayı değil, kriz çözücü bir pozisyonu kendisi için daha mümkün ve avantajlı görüyor .
Ancak bu durum seçimler yaklaşırken kriz performansına başvurulmayacağı anlamına de gelmemeli. Özellikle Yunanistan ile gerilimi hep belli bir düzeyde tutulan ve hazırda bekletilen kriz hali ve bu krizin tırmanması durumuna muhalefet hazırlıklı olmalı. Ancak şu ana kadar Altılı Masa iktidara büyük bir manevra alanı açan bu konuda herhangi bir uzlaşma veya strateji geliştirmedi. Hatta Kılıçdaroğlu hükümetin kriz politikasını düşük yoğunluklu bulduğunu söyledi ve “efeleneceğine gereğini yap” diyerek eleştirdi.
Seçim sonucunu iktidar partisi lehine değiştirmek isteyenlerin elindeki en önemli araçlardan biri oyunun kurallarını manipüle edebilme olasılığı. Seçmen kütükleri ile oynamak, merkeze uzak muhalif bölgelerde oy vermeyi zorlaştırmak, oy sayma biçimlerinin değiştirilmesi çok uzun zamandır seçim güvenliği vesilesi ile muhalefetin gündeminde olan konular ve bu konularda muhalefetin oldukça tecrübe kazandığını söylemek mümkün. Ancak bu tecrübe Altılı Masa’ya ait değil. Son 10 yılda aşağıdan muhalefetin örgütlemeyi en iyi başardığı ve tam da bu nedenle iktidarın en az manevra yapabildiği alan seçim güvenliği. Tam da bu seçimli otoriter sistemlerde toplumu seçim rekabetine dahil etmenin önemini gösteren en iyi örnek. Ama Füsun Sarp Nebil’in işaret ettiği gibi artık daha geniş bir destek ve kontrol gerekiyor ve bu konuda muhalif partilerin ne kadar koordine ve hazırlıklı oldukları meçhul
Üstelik seçim güvenliği oyunun kurallarının değiştirilmesinin sadece bir yolu. Daha önemlisi ve iktidarın halihazırda zaten uyguladığı yöntemler ise oy verme bölgelerinin yeniden çizilmesi, temsil kurallarının iktidar partisinin yararına olacak ve muhalefet partilerinin etkili bir şekilde rekabet etme yeteneklerini baltalayacak şekilde tasarlanması.
Nisan 2022 yılında çıkan seçim yasası değişikliği tam da bu hedefi güdüyordu. Geçerli olan yasaya göre milletvekili hesabı ittifakların aldığı oylar dikkate alınarak yapılıyordu. Yeni düzenlemeyle ittifak kelimesi yasadan tamamen çıkarıldı ve milletvekili dağıtımında sadece siyasi partilerin kendi oyları dikkate alınmaya başladı. Bu düzenleme ile oy oranı düşük partilerin ittifak içinde yer alarak milletvekili çıkarabilmesi imkânsız hale geldi. Her ne kadar büyük muhalefet partileri bu sorunu küçüklerin adaylarını kendi listelerinden göstererek çözeceklerini söyleseler de bu düzenlemenin küçük partileri büyük partilere mecbur bıraktığı ve etki güçlerini kısıtladığı çok aşikâr. Bu durumun en önemli etkisi de adaylık sürecinde küçük partilerin sadece onay merciine dönüşmesi oldu. Tam da bu durum ittifakın birlikte davranma ve koordinasyon motivasyonunu azalttı.
Otoriter seçimleri çalışan araştırmacıların ortak bulgusu iktidarın seçim kazanmaktaki en önemli aracının muhalefeti güçlü adaylardan mahrum bırakması olduğudur. Genel kanı seçimlerin seçmenlere iktidarın arzu ettiği adaylardan başka bir seçenek bırakmayarak kazanıldığı yolunda. Bunu iktidar ön onay kurulları oluşturarak yapabileceği gibi yargı yoluyla da yapabilir .
Türkiye yargı bağımsızlığı konusunda demokrasilerin oldukça gerisine düşmüş durumda. V-dem verilerine göre kanunların şeffaf, bağımsız, öngörülebilir ve tarafsız uygulanması açısından Türkiye yargı bağımsızlığını ortadan kaldıran 2010 Anayasa referandumundan beri çok ciddi bir düşüş yaşadı. Hukukun üstünlüğü açısından Türkiye ile OECD ülkelerinin arası Türkiye Cumhuriyeti tarihinde hiçbir zaman olmadığı kadar açıldı. Halihazırda Türkiye’de hukukun üstünlüğünü karşılaştırabileceğimiz ülkeler İran, Suudi Arabistan gibi otoriter rejimler.
İmamoğlu hakkında Yüksek Seçim Kurulu üyelerine ahmak dediği iddiasıyla verilen karar da siyasileşen yargının verdiği bir karar. İktidar sandıkta yenmekte en çok zorlanacağını düşündüğü adayı yargı yoluyla oyun dışı bırakmaya çalıştığı gibi, bu kararla muhalefet içindeki adaylık tartışmasını ve gerilimleri arttırmayı hedefledi.
Zira zaten dışarıdan görünen Altılı Masa’ya bir süredir hâkim olan duygunun ortak iyi değil, partiler arası ve parti içi çekişmeler olduğuydu . Kazanmanın neredeyse kesin görülüyor olması, kazanılacak adayın seçilmesi tartışmasını bir kenara itmiş, nasıl olsa kazanacaksak benim organik adayım kazansın noktasına çevirmişti. CHP’de hâkim olan bu eğilime, masanın ikinci büyük ortağı olan İYİ Parti ise kendisini gölgede bırakacağı, kendi seçmenini tam temsil etmediği iddiası ile itiraz ediyor ve birlikte daha iyi çalışabileceğini düşündüğü belediye başkanlarının adaylığını öne çıkarıyordu.
Nitekim hepimizin hissettiği adaylık gerilimi bu kararla olağanüstü bir biçimde arttı. Altılı Masa, iktidarın adımlarını hesaplayamayarak, bunu ortak akılla hesaplamayı reddederek iktidarın kendisini bir demir kafese hapsetmesine izin verdi. Kendi dar gündeminden vazgeçmeden bu karar hiç alınmamış gibi adaylık sürecini devam ettirdiği takdirde ise bu kafesin kapısını aralayabileceğini düşünerek bir rüya görüyor.
Bundan 6 ay kadar önce “muhalefet seçim kazanabilir mi?” diye sormuş ve bunun üç temel mekanizma üzerinden mümkün olduğunu iddia etmiştim. Bunlardan ilki iktidarın meşruiyet temelinin seçim olması ve tam bu nedenle seçimleri kazanmak zorunda olmasıydı. Bu muhalefete seçim kazabilme olasılığı sunuyordu. İkincisi iktidarın siyasi ve ekonomik performansının düşmesi nedeniyle seçim kazanacak çoğunluğu hızla kaybediyor olmasıydı. Bu muhalefetin seçim kazabilme olasılığını artırıyordu. Üçüncüsü ise Türkiye’de demokrasiden elinde kalan bu son kaleyi kaybetmeye razı olmayacak güçlü bir siyasi parti muhalefet vardı ve bir araya geliyordu. Bu Türkiye’nin benzer otoriter rejimlerden en büyük farkıydı.
Geldiğimiz noktada iktidar hala seçimleri kazanmak zorunda. Siyasi ve ekonomik performansının düşmesi nedeniyle kaybettiği oyların bir bölümünü ise yukarıda anlattığım tüm mekanizmaları bir arada harekete geçirerek yeniden kazanmaya başladı. Seçimler yaklaştıkça bu stratejiler çok daha güçlü bir biçimde devreye girecektir. Zira Türkiye’nin popülist liderlere karşı seçim kazanılan Brezilya, ABD gibi ülkelerden de çok büyük bir farkı var. 20 yıldır ülkeyi yöneten, bütün kurum ve kuralları kontrol eden bir iktidar var burada.
Siyasal parti muhalefetine gelince, kuşkusuz Türkiye’de muhalefet sadece Altılı Masa değil, ancak seçimler söz konusu olduğunda ana aktör olan Altılı Masa’nın iktidarın yukarıda tarif etmeye çalıştığım stratejilerine yönelik bütünlüklü bir set çekme planı yok. Hatta iktidar el yükselttiğinde içerideki çatırtı daha da güçlü hissediliyor. Sorunları seçildikten sonra bir yönetme programları olmaması bile değil; asıl sorunları seçim sürecini yönetmeye dair ortak bir planlarının, heveslerinin, iyi işleyen bir koordinasyon mekanizmalarının olmaması.
Aday tartışmasında olduğu gibi meseleyi ertelemenin çözmek olduğunu sanmaları. Kritik anlarda seçim kazanma konusunda vazgeçilmez olan toplumsal muhalefetin desteğinin üzerine bırakın su dökmeyi, çimento dökerek ilerlemeleri. Kendilerine demokrasi için destek veren çoğunluğu, siyasete değil siyasetsizliğe davet etmeleri.
Bu seçimi kazanmak için Altılı Masa’nın kendi siyasal stratejisini seçimli otoriter sistemin gerekliliklerine göre yeniden düzenlenmesi gerekiyor. Bu da bugüne kadar görmediğimiz bir siyasal irade ve feraset gerektiriyor. Yaklaşan seçimler Altılı Masa’nın seçimleri değil, halkın seçimi.
Üç MHP milletvekilinin istifası haberi 20 Kasım akşam saatlerinde siyaset kulisine bomba gibi düştü. Beklenen…
Ankara’nın Nallıhan ilçesinde bulunan Çayırhan Termik Santrali’nde yaklaşık 500 madenci özelleştirme kararına karşı kendilerini maden…
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın üç MHP milletvekilinin istifasının istendiğini, istifa…
Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanı İbrahim Kalın beraberindeki heyet ile birlikte CHP Genel Merkezi'ne gitti,…
Almanya, Fransa, İtalya, İspanya ve İngiltere dışişleri bakanları Polonya Dışişleri Bakanının ev sahipliğinde 19 Kasım’da…
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in yeni bir nükleer doktrin imzalamasıyla ilgili…