CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanlığına adaylığı Milli Görüş’ün kalesi Saadet Partisi Genel Merkezinde beş sağ partinin liderinin katılımıyla açıklandı. Duyuruyu Saadet Partisi lideri Temel Karamollaoğlu yaparken, zamanında Milli Görüş çizgisinden gelen Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu da oradaydı. Atatürk portresi ve Türk bayrağı önünde, üstelik Berat Kandili gecesi verilen bu fotoğraf karesi çoğu yorumcuya göre bir kırılma anıydı. Destek verenler için Laik/Atatürkçü ve İslamcı/Dindar iki kanadın bir ittifak içinde bir araya gelmesi “tarihi uzlaşı” idi. AKP’ye yakın olanlarsa; Milli Görüşün tarihsel düşmanı CHP’yi destekleyen İslamcıların, Erbakan ve mirasına “ihanet” ettiğini iddia ettiler. Tamamen zıt bu iki bakış açısı aslında aynı noktadan hareket ediyor. Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte son asırda Türkiye siyasetine damgasını vuran karşıtlığın Laiklik-İslamcılık, Kemalist elitler-dindar halk, çevre-merkez olduğunda uzlaşıyorlar. Bir taraf bugün bu karşıtlığın aşıldığını öne sürüyor. Diğer tarafsa aradaki “husumetin” sona eremeyeceğinden yola çıkarak, uzlaşmanın ancak bir “ihanetle” mümkün olabileceğini dillendiriyor.
İslamcılık, müesses nizam ve “karşı devrim”
İkinci Dünya Savaşının bittiği 1945 sonrasında İslamcılık; ordu ve sermayenin başını çektiği müesses nizamla hizalandı. İslamcılığın anti-komünizm üzerinden Türkiye’nin Soğuk Savaş düzeninin aktörü haline geldiğini çokça yazmış biri olarak; bu yazıda tek parti rejimiyle İslamcılar arasında var olduğu iddia edilen karşıtlığı sorgulamak istiyorum. Kılıçdaroğlu’nun adaylığının açıklandığı saatlerde muhalif bir televizyon kanalında konuşan bir yorumcu, Demokrat Parti’nin iktidara gelişiyle birlikte “karşı devrimin” nasıl başladığı üzere basmakalıp tezlerin tekrarlandığı bir nutuk çekiyordu. Kuşkusuz ki bu bakış açısı sadece kendisini Laik, Kemalist veya solcu olarak gören kesimlerce benimsenmiyor. İslamcı, milliyetçi ve sağcılar arasında da alıcı bulucuyor. Tabii geniş anlamıyla sağ kesim 1950’yi bir karşı devrim ve dolayısıyla olumsuz bir gelişme değil; milletin “baskıcı” Kemalist “elitlere” karşı başkaldırarak iktidara el koyması, dolayısıyla olumlu bir dönüm noktası olarak görüyor, hatta kutsuyor.
Dini alanda atılan adımlar ve yumuşama eğer bir “karşı devrim” olarak nitelendirilecekse, bunun 1950’de DP’nin iktidara gelmesiyle değil; 1947’de CHP ile başladığının altını çizmek gerekir.
Şemsettin Günaltay örneği
1947 yılından itibaren CHP iktidarı Hacc’a gidişler için döviz tahsisini serbest bıraktı. İmam Hatip kursları açtı. Türbeler ziyarete açıldı. Din dersleri okulların müfredatına girdi. İlahiyat Fakültesi kuruldu. Öyle ki Milli Eğitim Bakanı Tahsin Banguoğlu İlahiyat Fakültesi’nin kurulması öncesinde Mısır’a gidip El Ezher üniversitesinin şeyhiyle görüşerek bilgi aldı. CHP’nin amacı Osmanlı medreselerini de aşacak bir ilahiyat eğitiminin temellerini atmaktı. Zaten 27 yıllık CHP iktidarının son başbakanı olarak seçilen Şemsettin Günaltay, Sebilürreşad ve Sıratı Müstakim gibi İslamcı dergilerde yazılar kaleme almış, İslam düşüncesi üzerine yetkin bir münevverdi.
Peki, CHP iktidarının son yıllarında dini alanda atılan bu adımlar içten ve samimi miydi? Yoksa Cumhurbaşkanı İnönü çok partili hayata geçişle birlikte riyakârca hareket edip iktidarı elinde tutabilmek için muhafazakâr ve dindar kesimlere taviz mi veriyordu?
“Eli tespihli inkilapçı(lar)”
1949’da Başbakan olan Şemsettin Günaltay seçimi kazanmak ve dindar kesimlere şirin gözükmek için son anda aranıp bulunmuş biri değildi. 2014’te Cumhurbaşkanlığına aday gösterilen Ekmeleddin İhsanoğlu örneğinden oldukça farklıydı. Şemsettin “Hoca” 1923’te TBMM’ye girmiş, ” yıllarca CHP içinde yer almış, Cumhuriyet rejimine ve ilkelerine bağlı bir siyasetçiydi: “Eli tespihli bir inkilapçıydı.” Eli tespihliydi yani muhafazakâr ve dindardı. Ama inkılapçıydı. Tek parti rejimine ve içinde yer alanlara yakından bakıldığında, Günaltay’ın istisnai bir aktör olmadığı fark edilir.
Muhafazakâr dünya görüşünü benimsemiş ve kendisini dindar olarak tanımlayan çok sayıda siyasetçi, bürokrat ve ulema Cumhuriyet rejimi içinde yer aldı. Dolayısıyla 1920’den itibaren oluşan iktidar yapısının, homojen olmadığını farklı kesimlerin uzlaştığı bir koalisyon olduğunun altını çizmek gerekir. 1920’lerin başında kurulan bu koalisyonla, yüzyıl sonra 2023’te Kemal Kılıçdaroğlu’nu Cumhurbaşkanı adayı olarak açıklayan ittifak arasında bazı benzerlikler olduğunu düşünüyorum.
Mustafa Kemal Atatürk’ün değişmez Genelkurmay Başkanı ve Atatürk’le birlikte Mareşal rütbesine sahip kişi olan Fevzi Çakmak, tek parti rejiminin en tepesinde yer alan bir diğer muhafazakar ve dindar isimdi. Genelkurmay Başkanı Çakmak, Nakşibendi şeyhi Küçük Hüseyin Efendi’nin muhibbiydi. 1950’de vefat ettiğinde yanına gömülecek kadar şeyhine bağlıydı.
Fevzi Çakmak ve Rıfat Börekçi
Kurtuluş Savaşına yayınladığı fetvalarla destek veren Ankara müftüsü Rıfat Börekçi, sıradan bir İslam âlimi değildi. Osmanlı sisteminde büyük müderrislere verilen Musile-i Süleymaniye payesi almıştı. Tek parti rejiminin sadece Diyanet İşleri Başkanı değildi. Rıfat “Hoca” aynı zamanda CHP’nin üyesi olarak Ankara il yönetimi ve kongrelerine katıldı. CHP’nin kurultaylarında delege olarak görev aldı. Genelkurmay Başkanı Çakmak ve Diyanet İşleri Başkanı Börekçi, tek parti rejimine meşruiyet üretmek ve toplumun rızasını kazanmak için o konumlara kukla olarak getirilmediler. Her şeyden önce aldıkları eğitim ve kariyerleri, bulundukları konum ve duruşları “kukla” olmaya uygun değildi. Cumhuriyet rejimi ve devrimlerini desteklerken, sürece aktif olarak katılıp müzakere ettiler. Atatürk’ün “devrim kararlarını” verirken özellikle de bu ikisinin onayını almaya özen gösterdiğini bizzat Falih Rıfkı Atay yazar.
Tek Parti Rejiminin “hocaları”
Cumhuriyet rejimini destekleyerek tek parti iktidarı içinde yer alan muhafazakâr ve dindarların sayısı, bugün tahmin edilenden çok daha fazlaydı. İlk meclisten 1950’ye kadar milletvekili olan Rasih Kaplan, Konya medreselerinden icazet aldıktan sonra yükseköğrenimini Kahire Darülfünunu ve El-Ezher’de tamamladı. Rasih “Hoca” olarak bilinen ve Atatürk’e en yakın milletvekillerinden biriydi. Hilafetin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, şapka kanunu lehinde mecliste yaptığı konuşmalarda din âlimi kimliğiyle devrimlerin İslamiyet’le çelişmediğini vurguladı.
Kaplan Şapka Devrimini mecliste Kur’an’dan ayetler okuyarak destekleyerek, dinde şapka konusunda bir yasak olmadığını öne sürdü. Dinin akıl ve mantıkla anlaşılıp uygulanmasını savunuyordu: “İnsanlar istediklerini giyer ve gezer. Binaenaleyh bu hususta din şunu tespit etmiştir, bunu tespit etmiştir, demek doğrudan doğruya ya hissiyata tabi olmaktır veyahut da göreneğe tabi olmaktır.
İslamiyet’te ise hissiyatın da göreneğin de yeri yoktur. İslâmiyet’te tek bir şey vardır: O da akıldır. Akıl esastır.” Rasih Hoca, en taviz vermez ve sertlik yanlısı Kemalist olarak bilinen Recep Peker’e CHP içinde en yakın isimlerdendi.
Şeriye ve Evkaf Vekaleti
Şeriye ve Evkaf Vekilliği yapan Mustafa Fehmi Gerçeker ve Mustafa Fevzi Efendi CHP içinde uzun yıllar siyaset yapan din adamlarındandı. İstanbul’daki Şeyhülislam’ın yetki ve görevlerini üstlenen Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin kritik konumunun farkında olan Kemalistler, 11 kişilik İcra Vekilleri Heyeti’nin en üst sırasına Şeriye Vekilini koydular. Şeriye Vekilleri’nin, Meclis Başkanı ve Başbakana vekâlet etmeleri Bakanlığın iktidar içindeki yüksek konumunu gösterir.
İlk Şeriye Vekili Mustafa Fehmi Gerçeker İstanbul’da Mustafa Çelebi medresesinde okuduktan sonra Fatih Camii dersiamlarından Alasonyalı Haci Ali Zeynelabidin Efendi’den icazet aldı. Karacabey müftüsü olan ve sonrasında Ankara’daki meclise Bursa’dan milletvekili olarak katılan Gerçeker, Atatürk’ün yanında ilk Meclis’in açılış duasını yapan sarıklı hocaydı. 1950’yılına kadar CHP’den Bursa milletvekilliği yapan Gerçeker ilerleyen dönemde siyaseten geri planda kalmasına rağmen, hutbelerin Türkçe okunmasını destekledi. Oğlu Tevfik Gerçeker İnönü’nün Başbakanlığında 1962’de Anayasa Mahkemesi’nin ilk başkanvekili olmuş, sonrasında 1964-1965 yıllarında Diyanet İşleri Başkanlığı yapmıştır.
Son Şer’iye Vekili Mustafa Fevzi Efendi, Manisa Sultaniye Medresesinde okuduktan sonra İstanbul’da Ödemişli Mustafa Efendi’den icazet aldı. Osmanlı ulemasından ve devlet adamı Seydişehirli Mahmud Esad Efendi’nin damadı olan Mustafa Fevzi Efendi, Almanca, Fransızca, Arapça ve Farsça öğrenmiş, hukuk alanında ihtisas yapmıştı. Milli Mücadelenin kazanılması sonrasında Şer’iye Vekili olarak Kasım 1923’te İstanbul’u ziyaretinde yeni ilan edilmiş Cumhuriyet’in “İslam’ın ilk hükümet” şekli olduğunu iddia ediyordu: “Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman birer Reis-i Cumhurdan başka bir şey değillerdi.” Vefat ettiği 1933’e kadar milletvekilli olarak Meclis’te yer alan Mustafa Fevzi Efendi, Medeni Kanunu hazırlayan komisyonun da üyeliğini yapmıştı.
Erbakan’ın babası Mehmet Sabri Bey
Tek parti rejimine başından sonuna kadar destek veren, CHP’nin içinde yer alan bu “hocaların” sayısını onlar hatta yüzlerle artırabilirim. Merkezden çevreye, başkentten yerele gittikçe farklı kademelerde çok sayıda dindar ve muhafazakâr dünya görüşüne sahip insan CHP iktidarı içinde yer aldı. Cumhuriyet döneminde Trabzon Ağır Ceza Hâkimliği yapmış, Siyasal İslam’ın en önemli lideri Necmettin Erbakan’ın babası, dindar ve muhafazakar biri olan Mehmet Sabri Bey bunlardan biriydi. Kuşkusuz kimi pragmatik nedenlerden ve kişisel çıkarları için tek parti iktidarına destek verirken, kimileri de gerçekten inandıkları ve benimsedikleri için devrimlerle kurulan Cumhuriyetin içinde yer aldılar.
Kırılma mı süreklilik mi?
Kısaca 2023 seçimleri öncesinde kurulan ve Kılıçdaroğlu’nu Cumhurbaşkanı adayı olarak ilan eden ittifak bir “Tarihsel kırılma mı, yoksa süreklilik mi?” sorusunu sormak gerekir. Kişisel düşüncem eğer illa tarihten bakılacaksa, bugünkü ittifakın bir asır önce Cumhuriyeti kuran ve 27 yıl yöneten koalisyonla süreklilikler arz eden bir yapı olarak değerlendirilebileceğidir. Bir kırılma olarak üzerinde durmamız gerekense, siyasal İslamcı çizginin 20 yılı geçen iktidarının ardından o rejimde başbakanlık yapmış Davutoğlu’nun, ekonomiyi yönetmiş Babacan’ın ve Milli Görüş’ün bugünkü lideri Karamollaoğlu’nun siyasette var olabilmek için CHP’ye muhtaç olmasıdır; bu üç partinin oy oranlarının yüzde iki üçlerde görünmektedir. İslamcı kökten gelen liderler kendi yarattıkları enkazın altından çıkmaya çalışırken Soğuk Savaş dönemi mirasını sorgulayacak mıdır?
Cumhuriyetin kuruluşunda yukarıda anlatılanlardan ders alacak mıdır ve tarihle daha dürüst bir yüzleşme içine girecek midir?
Bu yazıda çoğunlukla medreselerde yüksek din eğitimi alan ve Cumhuriyet rejimi içinde yer alan önemli aktörlerden örnekler verdim. Bir sonraki yazıdan Nakşibendi cemaatler içinden tek parti iktidarıyla hareket eden şeyh ve müntesiblerini anlatacağım.