60, 43, 36, 28, 24, 18, 16, 8, 7, 6, 100. Bu bir matematiksel dizi sorusu değil. Bu Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin rakamlarla anlatımı.
İki taraf da vazgeçtiğini söyleyemediği için hiç bitmeyen bir hikâye gibi Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri.
Ankara Anlaşması’nın imzalanmasının üzerinden 60 yıl geçti. 1963 farklı bir dönemdi, Soğuk Savaş çoğu ülkenin dış politikasında belirleyici bir unsur idi. O zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET), kökeni siyasi olsa da daha çok ekonomik bir oluşumdu.
O dönemde Türkiye, Yunanistan ile birlikte rakibi Avrupa Serbest Ticaret Birliği yerine AET’ye katılmayı tercih etti ve yolculuk başladı. Daha sonra Yunanistan AET’ye üye olarak katılırken, Türkiye kendi tercihiyle dışarıda kaldı ve işte o zamandan beri başlayan tüm zorluklar aşılamaz hale geldi.
Avrupa Birliği, vize sorunu ve kaçan fırsatlar
Türkiye’de 43 yıl önceki 12 Eylül 1980 askeri darbesi ardından, birçok Avrupa ülkesi Türk vatandaşlarından vize talep etmeye başladı.
Ne yazık ki bu uygulama devam etti ve iyileştirme çabalarına rağmen durum daha da kötüleşti. Reddedilen vize başvurularının sayısı arttı ve verilenler de genellikle sadece kısa bir süre için geçerli oluyor.
Edinilen bilgilere göre birçok Türk vatandaşı, hatta Erasmus öğrencileri ülkedeki ekonomik ve siyasi durum nedeniyle iltica başvurusunda bulunmaktadır. Ayrıca azımsanmayacak sayıda Türk vatandaşı olmuş Suriyeli ve diğer kişiler de bu kılıf altında AB ülkelerine geçmeye çalışmaktadır.
Türkiye 80’li yılların ortalarında nihayet demokrasiye döndüğünde, Ankara üyelik başvurusunda bulunmaya karar verdi. O zamandan bu yana 36 yıl geçti. Yunanistan’ın yanı sıra İspanya ve Portekiz de çoktan katılmış olduğu için artık geç kalınmıştı. Nihayet iki buçuk yıl sonra AB Komisyonu başvurumuza ilişkin “görüşünü” bildirdi. O dönemde Komisyon, Tek Pazar’ı tamamlamakla meşgul olduğu için Topluluğun daha fazla genişlemeye hazır olmadığını belirtti.
Gümrük Birliği: bakış farkı
Kısacası, AB ne kendisini ne de Türkiye’yi hazır görmüyordu. O dönemde Türkiye’ye yöneltilen eleştiriler ağırlıklı olarak ekonomik nitelikteydi. Bu tipik bir AB tepkisiydi. Kapıyı tamamen kapatmadı ama fazla umut da vermedi.
Türkiye bu yanıtı aldıktan sonra Gümrük Birliği sürecini benimseyerek AB ile ilişkilerini geliştirmeye çalıştı. O tarihlerde uluslararası ortam değişirken AB de Doğu Avrupa ülkelerini bünyesine katmaya hazırlanıyordu. Uzun ve zorlu müzakerelerin ardından Gümrük Birliği 28 yıl önce tamamlandı.
Türkiye de, özellikle Yunanistan’ın engellemeleri nedeniyle AB’nin mali yardım sağlayamaması nedeniyle ekonominin rekabete dayanamayacağı yönünde pek çok eleştiri vardı. Türkiye Gümrük Birliği çerçevesinde AB’nin kararlarına uymayı kabul etti çünkü Ankara’daki ortak kanı Türkiye’nin yakında üye olacağı yönündeydi. Türkiye, AB’nin geçirdiği aşamalardan yola çıkarak, Gümrük Birliği ile başlayan AB ile ekonomik entegrasyonun giderek diğer alanlara da yayılacağı ve üyelikle sonuçlanacak bir siyasi entegrasyona yol açacağı düşüncesiyle bu yola girmişti. Dolayısıyla Türkiye için Gümrük Birliği bir hedef değil, bir aşamaydı.
Zoraki adaylık
Ancak AB’nin başka fikirleri vardı. Tarafların Gümrük Birliği’ne bakış açılarının ne kadar farklı olduğu kısa sürede ortaya çıktı. AB, Gümrük Birliği’ni Türkiye’nin yaklaşabileceği en uzak nokta olarak görüyordu.
Eski komünist ülkeler yavaş yavaş aday olarak Avrupa ailesine geri kabul edilirken, Türkiye dışarıda bırakıldı. Aralıksız süren diyalog ve zorlu müzakerelerin ardından Türkiye nihayet 24 yıl önce aday olarak kabul edildi. Ancak o zaman bile katılım müzakerelerine başlamak için daha fazla çaba ve zorlu tartışmalar gerekti. Türkiye ne zaman AB yolunda ilerleme kaydetse bir ya da daha fazla üye geciktirmeye çalışıyordu. Genellikle bu rolü Yunanistan ya da Güney Kıbrıs üstlenirken 18 yıl önce müzakerelerin açılmasını geciktiren bu kez Avusturya oldu. İronik bir şekilde Türkiye’nin tek müzakere başlığını açıp kapatması da Avusturya Dönem Başkanlığı sırasında gerçekleşmişti.
2004 travması
Ancak Güney Kıbrıs Mayıs 2004 sonu itibariyle AB üyesiydi ve bitmek bilmeyen talepleri vardı.
Güney Kıbrıs, Türkiye tarafından tanınmak için her türlü çabayı gösterirken, Ankara da AB’nin Kıbrıslı Türklere verdiği sözlerin yerine getirilmediğini vurgulayarak bu baskılara direniyordu. İlk darbe Aralık 2006’da AB Konsey’inin Kıbrıslı Rumların baskısı altında sekiz müzakere başlığını açmama ve açılmış olanları da kapatmama kararı almasıyla vuruldu. Gerekçesi, Türkiye’nin Gümrük Birliği kapsamına Güney Kıbrıs’a almayı kabul etmemesiydi.
Daha sonra Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, bunların üyeliğe yol açtığı gibi tuhaf bir açıklamayla beş faslı daha bloke etti. 2009 yılı sonunda Güney Kıbrıs, 2006 yılında alınan kararda hiçbir ilerleme kaydedilmediğini ileri sürerek altı faslı daha bloke ettiğini açıkladı. Şu ana kadar 35 fasıldan sadece 16’sı açılmıştır.
Suriye ve göç krizi
İlişkilerin yeniden canlandırılması, 2015 yazında AB ülkeleri üzerinde önlenemeyen yasadışı göç baskısının yarattığı panik nedeniyle gerçekleşti. Bu durum Suriye’de 2011 yılında başlayan iç savaşın bir sonucuydu. Alman Şansölyesi Angela Merkel’in 2015 ortalarında Almanya’nın sınırlarını mültecilere açacağını duyurmasıyla birlikte Suriye ve diğer ülkelerden Türkiye üzerinden Yunanistan’a ve oradan da AB’ye giden yasadışı göçmenlerin sayısı muazzam boyutlara ulaştı ve Brüksel bu akışı durdurmak için Türkiye’den yardım istemek zorunda kaldı.
29 Kasım 2015 ve 18 Mart 2016 tarihlerinde Türkiye ile AB arasında iki anlaşma imzalandı. Türkiye 2004 yılından bu yana AB Zirvelerine davet edilmemiş olmasına rağmen, AB sadece dört ay içerisinde tüm AB ülkelerinin liderlerinin katılımıyla Türkiye ile üç zirve gerçekleştirdi. Ancak Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun görevden alınması ve o yaz yaşanan (15 Temmuz 2016) darbe girişiminin ardından AB, ilan edilen olağanüstü hali ve diğer tedbirleri bahane ederek verdiği sözlerin çoğunu yerine getirmedi. Türkiye, AB Zirvelerinde üst düzey bir diyaloğa sahip olmasa da, Türk Dışişleri Bakanları genellikle Dışişleri Bakanlarının Gymnich adı verilen gayri resmi toplantılarına davet edilirdi. Ancak ilişkilerin kötüleşmesi nedeniyle Türkiye son 8 Gymnich toplantısına davet edilmedi.
Türkiye isteksiz, AB basiretsiz
Son faslın açılmasından bu yana 7 yıl geçti. Gümrük Birliği’nin güncellenmesine ilişkin müzakereler de aynı gerekçelerle başlatılmamıştır. İlişkiler daha da kötüleşti. Karşılıklı suçlamalar yapıldı. Daha sonra AB, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de Yunanistan ve Güney Kıbrıs’a yönelik politikalarına tepki olarak yaptırımlar uyguladı.
18 Mart 2016 tarihli göç anlaşması, Türkiye’nin bir dizi kriteri yerine getirmesi koşuluyla Türk vatandaşlarına vize muafiyeti sağlanmasını öngörüyordu. Yetmiş iki kriterden 6 tanesi kaldı, ancak Ankara bunları yerine getirmek için acele ediyor gibi görünmüyor. Üstelik durum, AB’nin mülteci akınını durdurmak için Türkiye’den medet umduğu yedi yıl öncesinden çok farklı.
Son dönemde yaşanan karşılıklı güvensizlik, Türkiye-AB ilişkilerinde şimdiye kadar yaşanan en düşük seviyeyi yansıtıyor. AB, temel haklar ve hukukun üstünlüğü gibi alanlarda ve dış politika duruşunda Türkiye’ye güvenmiyor. Türkiye ise AB’yi çeşitli bahanelerle verdiği sözlerin birçoğunu yerine getirmemekle eleştiriyor. AB, Türkiye’nin üye olmasını istemese bile, Türkiye’nin olumsuz davranmasını da arzulamamaktadır. Ancak AB’nin basiretsiz politikaları ilişkileri bu noktaya getirdi.
Makas açılıyor
AB’nin tek tip olmaması ve her ülkenin farklı politikalar izlemesi nedeniyle Türkiye ile sorun yaşayan üyeler Avrupa Birliği politikasında belirleyici olmakta ve makas giderek açılmaktadır. Son dönemde Almanya, Fransa, İspanya ve İtalya gibi AB’nin önemli üyeleriyle temaslar artmış olsa da bunlar çoğunlukla ikili düzeyde gerçekleşmiş, Ankara’nın öncelikleri arasında olan üyelik müzakereleri, vize muafiyeti veya Gümrük Birliği’nin güncellenmesi konularında ise ilerleme kaydedilememiştir.
Anlaşmazlığın ana kaynağı, ilişkilerin birbirine zıt yaklaşım ve hedeflere dayanmasıdır. Düşman, rakip, muhalif ve zaman zaman da müttefik. Avrupa ülkeleri Osmanlı İmparatorluğu’nu genellikle bu şekilde tanımlamıştır. Osmanlılar 19. yüzyıl boyunca Avrupa Devletleri içinde kabul görmeye çalıştılar. Bu nihayet Kırım Savaşı’nda Rusya’ya karşı İngiliz, Fransız, Sardunya-Piedmonte ve Osmanlı ittifakından sonra gerçekleşti. Türkiye, 100 yıl önce Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte, modernleşme süreci olarak Batılılaşmayı tercih ettiği için bu rotayı sürdürdü.
Türkiye’nin Avrupa aidiyeti
Türkiye ancak Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra Batılılaşma sürecinin gerçekleşmemesinin yarattığı hayal kırıklığına uyandı. En bariz nokta, taraflardan sadece birinin, yani Türkiye’nin değişmiş olması ve diğer tarafın gerçek pozisyonunu gizlemesi ya da kendi çıkarları nedeniyle ortaya koymamasıdır. Ankara’nın özellikle Soğuk Savaş döneminde Batılı kurumlara dahil olması, bu kurumlara ve dolayısıyla Batı ailesine kabul edildiği yönündeki inancı pekiştirdi.
Ancak Sovyetler Birliği (1992’de) dağılınca AB kançılaryalarında donmuş refleksler yavaş yavaş yeniden ortaya çıkmaya başladı. Avrupa ülkelerinin Türkiye’ye bakışının esasında hiç değişmediği anlaşıldı. Türkiye Avrupa/Batı ailesinin bir parçası değildi, kabul edilmiyordu.
Türkiye üyelik peşinde değil
Bu durum Türkiye’de Batı’ya zaten karşı olan kesimlerin ekmeğine yağ sürmüştür. Türkiye’deki son seçim sonuçları ne yazık ki iki taraf arasındaki güvensizliği ve al-ver haline gelen ilişkiyi pekiştirecektir. Daha trajik olan ise her iki tarafın da bu durumdan şikayetçi olmaması.
Türkiye artık üyelik peşinde değil, ancak NATO aracılığıyla Avrupa savunmasının bir parçası olmaya devam ediyor. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sadece NATO ve AB’yi değiştirmekle kalmadı, aynı zamanda Türkiye’nin değişken politikasını da ortaya çıkardı.
Bir anlamda Türkiye bir kez daha Batı’nın rakibi, muhalifi ve zaman zaman da müttefiki haline geldi. Geleceğe yönelik beklentileri tartışmak ve bu durumu izale etmek acil bir ihtiyaç oldu. Aksi takdirde, Türkiye ile Batı arasındaki mesafe arttıkça bu her iki tarafın da zararına olacaktır.