✍🏻 Evren Balta, Deniz Sert
İngiltere Başbakanı Rishi Sunak’ın ayağının tozuyla hazırlamaya başladığı Yasadışı Göç Yasası, İçişleri Bakanı’na, ülkeye düzensiz giriş yapan göçmenlerin, koruma ihtiyaçları ve bireysel durumlarına bakılmaksızın, gözaltına alınmaları ve sınır dışı edilmeleri için düzenlemeler yapma konusunda benzeri görülmemiş yetkiler veriyor. Sınır dışı edilen kişilerin gelecekte İngiltere’ye yeniden giriş yapması yasaklanıyor; güvenli üçüncü ülke listesi genişletiliyor ve İngiltere’ye güvenli ve yasal yollardan girebilecek kişi sayısına dahi yıllık bir üst sınır getiriliyor.
Bu uygulama yalnızca İngiltere’ye özgü bir göçmen karşıtı uygulama değil, özellikle Batı’yı sarmış olan siyasi bir retoriğin ürünü.
Ölümüne binilen tekneler, batan teknelerin yardımına gitmeyen sahil güvenlik güçleri, vardığın yerde göçmenleri karşılayan Biby Stockholm gibi yüzen hapishaneler bu yeni dünyanın göç rejiminin istisnaları ya da yan kazaları değil, tam tersine o rejimi kuran disiplin araçları. Gelenleri gelmekten caydırmanın, o yolculuğa çıkmayı imkânsız kılmanın mekanizmaları.
Tüm dünyada bir göç hayaleti kol geziyor
Bütün dünyada göçün ve göçmenlerin hayaleti kol geziyor. İnsanlar tarihsel olarak görülmemiş bir şekilde yer değiştirme arzusu taşıyorlar. 1990’da 153 milyon olan göçmen nüfusu bugün 280 milyon civarında. Günümüzde dünya nüfusunun neredeyse yüzde 3,6’sı doğdukları ülkeden başka bir memlekette yaşıyor. Artık, göç küresel güneyden küresel kuzeye yönelik tek yön bir hareketlilik değil. Küresel Güney’e yönelik göç akımlarının ölçeği, Küresel Kuzey’e yönelik göç akımlarının ölçeğine ulaşmış durumda.
Ama asıl konu göçmen sayılarından ziyade, göç olgusunun gittikçe daha karmaşık ve daha fazla politika malzemesi haline gelmesi. Vasıflı ve vasıfsız emek göçü, mülteciler ve sığınmacıların zorunlu göçü, öğrenci göçü, daha ılıman iklimlerde yaşamak isteyen emeklilerin göçü, iklim krizine bağlı göçler, döngüsel göç, aile birleşimleri, evlilik, düzenli ve düzensiz göçler derken göçmen kategorilerinin bulanıklaşması ve artması yönünde artan bir eğilim var. Bu eğilim de göçe yönelik ulusal politikaların bulanıklaşmasına neden oluyor.
Doğduğun ülke kaderin mi?
Bir yanda insanlar, artık doğdukları yerin kaderine mahkûm olduklarına inanmazken, diğer yanda devletler tüm dünyada, insan hareketliliği konusunda olağanüstü tedbirler ve sınırlayıcı politikalar üretiyorlar. Hatta öyle ki bu sınırlamalar pek çok ülkede mülteciler ve sığınmacıların korunmasını içeren uluslararası antlaşmaları fiili bir biçimde ortadan kaldırmış durumda.
Bu sınırlayıcı politikalara Batı ülkeleri öncülük ediyor. “Batı’nın” sınırlarına inşa edilen fiziki duvarlar, sınırları geçilmez kılmak için örülen dikenli teller, tek işi göçmen hareketliliğini durdurmak olan güvenlik yapılanmaları, seyahat yasakları, gözaltı merkezleri, sığınma kısıtlamaları, sınır dışı etme programları bugün artık bir norm. Ne pahasına olursa olsun hareketin engellenmesi, gelenlerin daha yola çıkmadan gelmekten caydırılması göç politikalarının ana belirleyici ilkesi haline gelmiş durumda.
Göçü düzenleyen kanunlarda ciddi bir difüzyon eğilimi de var. Aslında belirli ülkeler, göçe ilişkin yasalarını sıkılaştırırken, bazı ülkelerin aynı adımı atmaması, hem hükümetlere yönelik kamuoyu baskısının artmasına hem de göç dalgalarının daha liberal göç rejimine sahip, sınırları daha esnek olan ülkelere doğru kaymasına neden oluyor. Göç rejimi esnek olan ülkelere yönelik göçün artması, ciddi bir kamuoyu tepkisine ve bir noktada siyasi rekabetin göç meselesi üzerinden şekillenmesine ve nihayetinde ülkenin göç politikalarının katılaşmasına neden oluyor.
Siyasi retorikteki değişimler ya da liberalizm paradoksu
Bugün küresel düzeyde ekonomik liberalizmin zorunlulukları ile siyasete hâkim olan milliyetçi ve güvenlik kaygıları arasında bir çatışma söz konusu. Çoğu durumda, kamuoyu baskısı nedeniyle politikanın belirlenmesinde ikincisi üstünlük sağlıyor. Küresel göç rejimi bu paradoksu farklı göç ve göçmen tipleri arasında ayrışmaya giderek aşmaya çalışıyor. Bir yandan Küresel Güney’in baskıdan, yoksulluktan kaçan vatandaşlarına, Aristide Zolberg’in ifadesiyle, “ana kapı kapalı.”
Bir yandan da, hemen dünyanın her yerinde kısıtlayıcı göç politikalarına çok ciddi bir esnekleşme de eşlik ediyor. Son yıllarda giderek artan sayıda ülke, yüksek değerli olarak tanımladıkları göçmenleri kendi ülkelerine çeken programlar yaratmış durumda. Doktorlar, akademisyenler gibi nitelikli emeğe yönelik altın vize programları ya da sermayeyi ülkeye çekmeye yönelik konut satın alma yoluyla oturum (ya da vatandaşlık) verme programları dünyayı farklı türden sermayeye sahip gruplar için çok daha kolay hareket edilebilir bir mekâna dönüştürmüş durumda.
Kuşkusuz nitelikli emeğin göçünün yönü daha ziyade küresel kuzeye çevrilmiş durumda. Hatta kimi yorumcular, bu yeni tipte göç rejiminin, küresel güneyin yetişmiş insan kaynağını elinden alan bir tür yeni sömürgecilik olduğunu iddia ediyorlar. Bir araştırmaya göre Türkiye’yi son yıllarda 12 bin akademisyen terk etmiş durumda. Sadece 2022 yılında Türkiye’den 3 bine yakın doktor ayrılmış.
Türkiye bugün sadece nitelikli emek göçü veren bir ülke değil, aynı zamanda dünyanın en büyük mülteci nüfusunu da barındıran ülke. Buna mukabil Batı ülkelerinin göçü dışsallaştırma politikalarının da en önemli muhatabı.
Göç yönetiminin dışsallaştırılması
11 Eylül sonrası teröre karşı savaş söylemine çok paralel bir şekilde bugün hemen bütün Avrupa ülkelerinin göç konusundaki ana siyasi tutumu göçün kökünü göçün geldiği yerde kurutmak haline gelmiş durumda. Bir diğer deyişle korunacak sınırların genişletilmesi ya da dışarıya taşınması temel siyasi tercih.
Göç yönetiminin dışsallaştırılmasına yönelik siyasi menü bölgesel işbirliklerden diplomatik baskıya kadar uzayan çok geniş bir alanda yapılıyor. Ancak genel olarak, dışsallaştırma politikası kapsamında göçü önleme sorumluluğu büyük miktarlarda para karşılığında genellikle yoksul ve dış finansmana muhtaç transit ülkelere devrediliyor. Bu ülkelere istihbarat paylaşmayı ve ortak girişimler oluşturmayı içeren teknik destek sağlamak, sığınmacı hareketlerini kolaylaştıran aktörlere yönelik yaptırımlar, vize kısıtlamaları ya da vize süreçlerinin enformel olarak yavaşlatılması/zorlaştırılması, ama en önemlisi geri dönüş anlaşmaları bu ülkeleri fiilen göçmenlerin güvenli geçiş için belirsiz bir süre bekledikleri birer tampon bölgeye dönüştürüyor.
Bu antlaşmalar aslında yeni değil. Avrupa devletlerinin 1970’lerden bu yana göçü yönetmek adına bu tip anlaşmalar imzaladıklarını biliyoruz. Bu antlaşmaların sonuçlarının genellikle artan insan kaçakçılığı, sınırda insan hakları ihlalleri ve sınır ölümleri olduğunu da biliyoruz.
Başlangıçta düzensiz göçü önlemek adına caydırıcı bir unsur olarak kullanılan bu antlaşmaların, zaman içerisinde uluslararası korumaya ihtiyaç duyan insanlara karşı bir duvar haline gelirken üçüncü ülkelere küresel göçü yönetme konusunda çok ağır bir yük bindirdiğini, bu ülkeler ile Batı’nın bağlarını işlemsel bir al-ver ilişkisine dönüştürdüğünü ve otoriter hükümetlerin göçü Batı’nın yumuşak karnını hedefleyen bir silah/araç olarak kullanmasına yol açtığını da biliyoruz.
Göçü dışsallaştıran ülkeler
Örneğin bugünlerde askeri darbe ile gündemde olan Nijer küresel göçün yükünü finansal kaynaklar karşılığında sırtlayan bir ülke. Nijer, Avrupa’ya olan göç hatları üzerindeki en önemli transit ülkelerden biri ve AB’nin tam da bu nedenle Nijer ile 2015’ten bu yana yürürlükte olan bir göç iş birliği antlaşması var. Bu antlaşma ile Nijer’e göçü kontrol etmesi için ciddi bir oranda fon akışı sağlanmış durumda. Ancak Nijer hükümeti aldığı bu fonları seçim kampanyalarını finanse etmek için kullandığı, bu antlaşmanın siyasiler ile kaçakçılar arasındaki bağlantıları güçlendirdiği de iddia ediliyor.
Nitekim, 18 Mart 2016 Türkiye-AB mutabakatı da Avrupa’nın göç politikasını nasıl dışsallaştırdığının en mükemmel örneklerinden biri. Türkiye’nin yaptığı bu tarz anlaşmaların en son örneği de geçtiğimiz günlerde İngiltere ve Türkiye arasında imzalanan ve iki ülke arasında göçün engellenmesi için istihbarat, insan kaynağı ve teknolojinin yoğun şekilde paylaşımı öngören mutabakat oldu.
Türkiye’nin de son dönemdeki göç politikasına baktığımızda kendisinin de gittikçe yaygınlaşan bir dışsallaştırma politikası izlediğini söylemek mümkün. Ankara, menşe ülkelerle imzaladığı geri kabul antlaşmalarının sayısını artırmaya çalışırken, sınır güvenliği, bölgesel iş birliği gibi konularda adımlar atmakta. Son seçimlerden sonra düzensiz göçmenlere yönelik gözaltı ve sınır dışılar da artmış durumda. Esasen Türkiye hükümeti bir yandan Avrupa’nın dışsallaşan sınırlarının bekçisi olmayı kabul ederken, öte yandan kendi sınırlarını dışsallaştırmaya çalışıyor. Ve bunu yaparken de Avrupa’nın inşa ettiği çerçeve içerisinde ilerliyor.
Küresel göç rejimi
Bugün izlenilen göç karşıtı tüm politikalara rağmen göçmen sayılarının arttığını düşündüğümüzde, hareketliliği düzenlemek için daha farklı bir yaklaşım gerektiği ortada.
Türkiye’nin önündeki en can alıcı görev, dünyanın en fazla mülteci sayısına sahip olan ülkesi olarak göç ve göçmen sorunun bütün ülkeler arasında adil bir biçimde sırtlanılacağı küresel bir göç rejimine sözcülük etmek olmalı. Türkiye’nin ve Türkiye gibi küresel göçün yükünü eşitsiz bir biçimde sırtlanan ülkelerin ikili antlaşmalara değil, küresel hareketliliğin sorumluluğunun diğer devletlerle paylaşıldığı onurlu, adil ve küresel olarak düzenlenen bir göç politikasına ihtiyacı var.
Artan milliyetçiliğin, kapanan sınırların, son derece eşitsiz olarak deneyimlenen hareket etme hakkının ve devletler arası eşitsiz yük ve sorumluluk paylaşımının tek yolu bir küresel göç rejimi inşa etmek. Bu şimdiden baktığımızda bir ütopya olarak görülebilir, ancak 19.yy’dan bakan birisi de küresel olarak düzenlenen bir insan hakları rejimini ütopya olarak görebilirdi. Fikirler ve bu fikirlere liderlik edenler dünyada hemen yarın olmasa da umulmadık değişimler yaratabilirler.
Türkiye’nin göç anlaşmasını İngiltere’den duymamız vahim: Kılıçdaroğlu