Bana soracak olursanız bu dünyada en önemli, “olmazsa olmaz” ve yenilenmesi zor dört şey var: enerji, su, gıda ve sağlık. Geri kalan herşey bunların etrafında dönüyor. Şayet iş dünyasında ya da kariyerinizde bu alanlardan birisine dokunuyorsanız sırtınız pek yere gelmez.
“Enerji Savaşları” kitabımı yazdıktan sonra geriye doğru yaslanıp önümüzdeki onyıllarda Türkiye’nin de tam göbeğinde yer alması beklenilen “Su Savaşları” üzerine yazmam gerektiğini düşünüyordum. Ta ki, geçen hafta Marakeş’te katıldığım Atlantik zirvesinde enerji savaşlarını anlatırken yanımda oturan Alman mestektaşımdan şu argümanı duyuncaya kadar: “Dünya suyunun yüzde 60’ini oluşturan sınır aşan sular sorunu enerjide olduğu gibi dünya çapında sıcak savaşlara yol açmayacak, zira savaşın yol açacağı su kaybını ikame etmek mümkün değil.”
Tartışmalı bir beyan, ama bilimsel verilere dayalı olarak sakin bir şekilde izah etti bana bu tezini.
Neden su savaşları henüz yok?
İnsanlar ne kadar acımasız ve savaş ruhlu olsalar da su kıtlığının vahim sonuçları düşünüldüğünde, yani yaşamsal tehdit altında kalındığında, masaya oturmayı, ortak çözümler yaratmayı ya da sorunları tozlu raflarda bırakmayı başarabiliyorlar.
Su sorunları genellikle sınır aşan, yani bir ülkeden doğup başka bir, yahut birkaç, ülkeye geçen sularda ortaya çıkıyor. Uluslararası sınırları belirleyen sınır suları da sorun yaratabiliyor. Ruanda soykırımı veya Sudan Darfür’daki savaş gibi insanı felaketler, su çatışmalarına bağlanabilir.
Günümüzde su sıkıntısı çeken 26 ülkenin 14’u Ortadoğu’da. Dünya’da su temelli siyasi sorunların çoğu Ortadoğu çevresinde – özellikle de Mezopotamya Bölgesi (Türkiye – Suriye – Irak) ve “Susuz Üçgen” olarak adlandırılan Şeria Nehri ve Golan tepeleri arasında kalan (Ürdün – İsrail – Filistin) bölgede meydana geliyor.
Dicle ve Fırat
Dicle Nehri, su potansiyeli bakımından yalnızca Türkiye ve Irak arasında bir mesele. Türkiye’den doğan, Suriye üzerinden Irak’a geçen ve orada Fırat’la birleşen Dicle Nehri’nin yaklaşık yüzde 52’sı Türkiye’de, yüzde 48’i Irak’ta. Ama Dicle Nehri’ne Suriye’den hiçbir katkı gelmezken çözüm için yapılan toplantılarda Suriye, Dicle’den su talep ediyor. Bu ne Irak ne de Türkiye için makul bir teklif. Halen bu sorunda bir çözüme varılamadı.
Fırat Nehri de Türkiye’den doğup Suriye üzerinden Irak’a geçip Dicle’yle birleşerek Basra Körfezi’ne dökülüyor. Su potansiyeline bakıldığında Fırat’ın suyunun yüzde 88’ine Türkiye, yüzde 12’sine Suriye katkı sağlıyor. Irak’ın Fırat’a hiçbir katkısı yok. Fakat yine havza ülkeleri arası görüşmelerde Irak’ın Fırat’tan su talebi diğer iki ülke tarafından kabul edilmedi.
Bazı bilim adamları, Dicle ve Fırat Nehirleri meselelerinin -Basra Körfezi’ne dökülmeden önce birleşip Satt-ül Arab adını aldığı için bu iki nehir tek havza olarak değerlendirilirse- birlikte ele alınması gerektiğini savunuyorlar.
Türkiye’yi Suriye ile karşı karşıya getiren su temelli sorunlardan birisi de Aşı Nehri meselesi. Lübnan’dan doğan orada 40 km, ardından Suriye’de 120 km ve Türkiye’de 88 km yol alıp Hatay’da Akdeniz’e dökülen ve ülkemizin en verimli topraklarından (birinci sınıf tarım arazisi) Amik Ovası’nı sulayan Asi Nehri için havza ülkeleri bir türlü masaya oturamadılar. Bu konuda Lübnan’la hemen hiçbir sorun yaşamayan Suriye, Hatay’ı uzun süre Türkiye toprağı olarak saymadığı için yıllardır Türkiye’yle müzakareye yanaşmıyor.
Golan Tepeleri’nin İsrail’de kalması, bunun karşılığı olarak Suriye’ye Fırat Nehri’nden verilen su miktarının artırılması da “makul çözüm” olarak ileri sürülüyor Tel Aviv tarafından. Tabii ki Ankara’nın İsrail’in bu yaklaşımını kabul etmesi sözkonusu olamaz.
Şam ile Bağdat’ın kendi iç sorunları ile uğraştıkları bu dönemde Ankara’nın uzun yıllara yayılmış su sorunlarını raflardan indirip çözüme kavuşturmak için çaba harcaması menfaatinedir, ileride oldu-bittilerle karşılaşmaması için.
Su sorunları Ortadoğu ile sınırlı değil
Nil Nehri, dünyanın en uzun nehirlerinden biri olmakla birlikte Kara Kıta’nın yaşam kaynağı, kalbi. Etiyopya’dan ve Uganda’daki Victoria Gölü’nden Akdeniz’e kadar binlerce kilometre yol kat eden Nil Nehri, Mısır, Sudan, Etiyopya ve Uganda, Tanzanya, Kenya Ruanda, Burundi ve Zaire arasında yer alıyor. Sudan ve Mısır ile Etiyopya arasında ciddi gerginlikler yaşandı. Daha sonra, 1959’da SSCB desteğiyle Mısır’la Sudan arasında bir antlaşma imzalanarak, Nil Nehri sularının tamamı bu iki ülke arasında paylaşıldı. Hala gerginlik devam ediyor ama savaş yok, işbirliği çabaları var.
Yugoslavya’nın dağılmasıyla, Almanya’dan doğup Karadeniz’e dökülen Tuna Nehri havzası, iyice karmaşık bir hale büründü. Günümüzde on iki devletten oluşan Tuna Nehri havzası ile ilgili birçok girişim başlatıldı, 1998’de Uluslararası Tuna Komisyonu kuruldu. Ama Tuna Nehri’nin kirliliğini önlemek için etkin bir işbirliği kurulamadı hala. “Johann Strauss bugün yaşasaydı, meşhur bestesi Mavi Tuna’nın adını Kahverengi Tuna olarak değiştirirdi.” Yine de işbirliği konuşuluyor, savaş yerine.
Çin’den doğan, Nepal ve Hindistan’dan geçen Ganj Nehri, 128 kilometrelik Hindistan – Bangladeş sınırını çizdikten sonra Bangladeş’te Hint Okyanusu’na dökülüyor. Müzakereler sonucunda 1977 Kasımında Hindistan, bir antlaşmayla – suyun hakça kullanım prensibi çerçevesinde – Ganj Nehri’nin sularının yüzde 63’ünü Bangladeş’e bırakmayı kabul etti.
Rio-Grande Nehri sorununda ABD, başta katı bir “mutlak hâkimiyet” politikası yürüttü, ama NAFTA’nın kurulmasından sonra yumuşadı, havza bütünlüğü prensibine yaklaştı. Colorado, Tijuana ve Rio Grande nehirlerinin ABD ve Meksika arasında müştereken paylaşılması konusunda düzenlemeler yapıldı.
Aral Havzası ve Azerbaycan’ın su sıkıntısı
Aral Gölü, Kazakistan ve Özbekistan sınırında bulunan ve dünyanın en büyük dört gölünden biri olan bir tuz gölü. Pamuk tarlalarının sulanması için bilinçsiz su tüketimi, Aral Gölü’nün kurumaya başlamasına neden olurken, geçtiğimiz kırk yıl içinde gölün alanı on kat azaldı. Yüz ölçümü 68 bin kilometrekare olan göl, günümüzde yüzde 90 oranında su kaybı yaşayarak kurudu.
Aral Havzasının önemli nehirleri olan Sır-ı Derya ve Amu Derya nehirlerinin sularının ülkeler arasında eşitsiz olarak paylaşılması Fergana bölgesi ülkeleri arasında sorunlara yol açıyor. Tacikistan ve Kırgızistan’ın çeşitli mülahazalarla su kartını koz olarak kullanması bölgede tansiyonun yükselmesine neden oluyor.
Azerbaycan’da su sıkıntısı yaşanmaktadır. Bu sıkıntının önümüzdeki yıllarda artmasından ve ülkenin sosyal ve ekonomik yapısını etkilemesinden endişe edilmektedir. Ermenistan ve Azerbaycan arasında uzun yıllardır varolan Karabağ sorununun bilinmeyen bir yönü ise sınırları içerisinde yer alan Sarsang Rezervuarı.
Hiç kuşkusuz, benzeri su paylaşım sorunları birçok Afrika, Latin Amerika ve Güneydoğu Asya ülkeleri arasında da baş gösteriyor. İklim değişikliği nedeniyle çölleşme ve kuraklaşma riskleri arttıkça suyun değeri daha da yükseliyor. Çatışma riski de aynı yoğunlukta hissediliyor.
Türkiye’nin durumu pek iç açıcı değil
Sanılanın aksine “su zengini” bir ülke değil Türkiye. Kişi başına düşen yıllık su miktarı 1.323 metreküp, dünya ortalamasının altında. Falkenmark Su Kıtlığı Endeksi’ne göre, Türkiye bu miktar ile “su stresi” yaşayan ülkeler kategorisinde.
Geçtiğimiz 50 yılda üç Van Gölü büyüklüğünde 1,3 milyon hektar sulak alan kaybı yaşandı bu ülkede. Bugün tatlı su kaynaklarının yüzde 74’u tarımda, yüzde 15’i evsel kullanımda ve yüzde 11’i de sanayide kullanılıyor.
Nüfus artışı ve iklim değişikliğinin etkileri dikkate alındığında gelecekte Türkiye’nin karşı karşıya kalması muhtemel tablo pek de iç açıcı değil. Nüfus tahminlerine göre kişi başına düşen kullanılabilir yıllık su miktarının 2030’da 1.200, 2040’da 1.116, 2050’de ise 1.069 metreküpe kadar düşmesi öngörülüyor. Yani, Türkiye’nin geleceği, şayet bilinmeyen başka su kaynaklari yeryüzüne çıkmazsa, “su fakiri” bir ülke konumunda olacak gibi görünüyor.
Dilerim Alman meslektaşım “su barışı” konusunda haklıdır, “su savaşları” kitabımı daha ileri bir tarihe ötelemekten buyuk sevinç duyarım. Ama insanoğlunun kendi kendine zarar verme potansiyelini, cesaretini bugüne kadar isabetle ölçebilen kimse çıkmadıgi icin kötümser senaryoları da bir kenara itmeyelim.