Her ne olursa olsun, ezici çoğunluğumuz gibi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmaktan her zaman gurur duydum, duyuyorum. Ülke içinde daha iyiye ulaşmayı amaçlayan yapıcı eleştirilere rağmen, yurtdışında ülkemizi daima yüceltmeye çalıştım. Diplomatik sahalarda, iş dünyasında, medyada ve toplumsal hayatta Türkiye’yi en iyi şekilde temsil etmenin onurunu taşıdım.
Ancak, bu gurur duygusu, uluslararası arenada, özellikle Batı’da, ülkemizin son yıllardaki algısındaki çarpıklığı ve olumsuzlukları görmemi engellemiyor. Stratejik iletişim alanında, temel bir gerçek vardır: algı, gerçektir. Farklı bir imaj oluşturma çabalarımıza rağmen, algı çoğu zaman gerçeği aşar.
“Dünya vatandaşlığı” Yanılsaması
Bir ülkenin vatandaşı olmak, bireyin kimliğini şekillendiren en güçlü unsurlardan biridir. Diplomat, işadamı, öğrenci, sanatçı, sporcu, edebiyatçı, teknoloji gürüsü ya da işçi; her kim olursanız olun, eninde sonunda ülkenizin yerleşik imajı, algısı ve dünya ligindeki yeri ile doğru orantılı bir biçimde değerlendiriliyorsunuz.
“Dünya vatandaşlığı” gibi kavramlar, bazılarına hoş gelse de, gerçekte kimliklerinizi ve aidiyet duygunuzu göz ardı eden bir romantizm olarak kalıyor. İnsanlar, hangi ulusun vatandaşı olduklarıyla birlikte anılıyorlar; bu, bireylerin uluslararası platformda nasıl algılandığını da etkiliyor. Ülkeniz gurur duyulacak şekilde yükseliyorsa sizin yükselmenizin de onu açılıyor.
Kötü bir imajı varsa ülkenizin ve kafalara o yerleşiyorsa en iyi ürünlerinizi ve hizmetlerinizi bile satamıyorsunuz, markanız geriye itiliyor, haklı davalarınızı savunmakta güçlük çekiyorsunuz. O yüzden, bireysel başarılarınız ne kadar önemli olursa olsun, bu başarıların arka planda yatan ülkenizin imajıyla ilişkili olduğunu unutmamalıyız.
Türk vatandaşlarına son yıllarda dayatilan ağır vize yükümlülükleri utanç kaynağı onurumuzu incitiyor; konsolosluk önlerinde uzun kuyruklar, istenen binbir çeşit belge ve onay sürelerinin uzaması herkesi usandırıyor. Bence bir ülkenin vatandaşlarının böylesi bir muameleye tabi tutulması, bunun giderilmesi için acilen gerekli atılımların yapılmaması kabul edilemez, en fazla gurur incitici durum.
Bu yüzden, birey olarak ne kadar güçlü olursanız olun, ulusal kimliğinizin yansıması her zaman etrafınızdaki dünyayı etkiliyor, etkileyecek. Dolayısıyla, sadece kendi alanımızda başarılı olmakla kalmayıp, aynı zamanda ülkemizi daha iyi bir yere taşımak da hepimizin ortak sorumluluğu.
Batı’nın Olumsuz Karnesi
Ne yazık ki, Türkiye bugün birçok alanda dünya liginde gurur duyulacak bir ülke olmaktan oldukça uzakta görünüyor dışarıdan bakınca. Batılı gözlüklerle bakıldığında, Türkiye’nin algısı birçok olumsuz boyut yansıtıyor, ister kabul edelim ister etmeyelim.
Şu gerçeğin de altını çizmek lazım: Batıda ve doğuda farklı algılanıyor olmamız, farklı değerlerin ve algıların oluşturduğu bir çatışma alanı yaratıyor. Örneğin, Somalili, Afgan, Mısırlı ve Tanzanyalı insanlar, Batı’ya kıyasla Türkiye’yi daha olumlu bir biçimde değerlendiriyor, takdir ediyor. Oralarda Türkiye vatandaşı olmak üstünlük sağlıyor. Batı’da ise Türk vatandaşı olmanın sunduğu avantajlar belirgin şekilde azaliyor.
Batı cephesindeki ülkelerin çoğunda, NATO, Avrupa Konseyi ve OECD gibi uluslararası kuruluşlarda gerekçesi ne olursa olsun sürekli sorunlarla karşılaşan bir ülke konumundayız. Avrupa Birliği tam üyelik süreci tam bir çıkmaza girmiş durumda; katılım, bizim yaşam süremizde bir uzak hayal olarak görünüyor, sanki Batı tarafından bilinçli şekilde Ortadoğu’ya itiliyoruz kanaatim güçleniyor.
Elbette ki bizim gözümüzde de o zamanında kayıtsız şartsız övdüğümüz Batı’nın değeri yükselmiyor; çifte standartlar, yaşlanan nüfus, kaybolan rekabet gücü, göçmenlere karşı ırkçılık, Çin gibi yükselen yeni güçlerin önünü kesmeye çalışmaları, küreselleşmeyi geriye sardırmaları gibi olumsuz imajları da bizim algımızın merkezine yerleşiyor, biraz da kendimizi rahatlatmak için olsa gerek.
Lakin hala jeopolitik kutuplaşmada, ekonomik değer yaratımında, finansta, yatırım, teknoloji ve turizmde Batı ile aramızda ciddi bağımlılık ilişkilerinin olduğunu da hatırda tutmalıyız. NATO, OECD, Avrupa Konseyi ve AB gibi derin kurumsal bağlarımız var; “Ne yapalım beğenmiyorlarsa beğenmesinler” dememiz mümkün değil.
Tablo İç Açıcı Değil
Türkiye, üretken bir ekonomi olmaktan uzaklaştı; yüksek teknoloji üreten bir ülke olma iddiası zayıf, savunma sanayiinde bazı önemli başarılar elde edilmiş olsa da. Finansal bağımsızlık konusunda hâlâ büyük zorluklar yaşıyoruz. Merkez Bankası rezervleri ekside, içeride ciddi bir sermaye sıkıntısı var. Doğrudan yabancı sermaye gelmiyor, kaliteli turist çekemiyoruz.
Estetik, mimarı ve şehircilik alanlarına baktığımızda, beton yığınlarının içinde kaybolmuş bir ülke manzarasıyla karşılaşıyoruz. Yeşil alanları koruma bilinci zayıf; insan ilişkilerinde ve sosyal hayatta ciddi sorunlar mevcut. Hayvan hakları konusundaki duyarsızlık da cabası. Mafya, hemen her alanda at koşturuyor ve muhalefet ciddi bir iktidar alternatifi yaratamıyor.
Olumlu cenahta da gurur duyduğumuz bir manzara var. Mültecileri saymazsak 85 milyonluk orta sıklet bir ülkeyiz dünya liginde. 1 trilyon doların üzerinde GSMH’miz var. Satın alım gücü paritesine göre hesaplarsanız 2.75 trilyon dolar ile dünyanın ilk 10 ekonomisi arasında gözüküyoruz.
Küresel haritaya bakınca Çin’den Almanya’ya, Rusya’dan Suudi Arabistan’a uzanan geniş coğrafyanın en büyük ve güçlü devletiyiz, nüfus, ekonomi, silahlı kuvvetler, beşeri sermaye, kültürel hinterland gibi birçok bakımdan. Altyapısı da sağlam, hatta sadece Ortadoğu ve Avrasya değil birçok Avrupa ülkesi ve ABD’den bile daha iyi.
Neden sıkıntılar ile boğuşuyoruz?
Madem temel direkleri, altyapısı bu kadar sağlam, nisbeten zengin bir ülkeyiz o zaman neden bizi zaman zaman bunalıma sokan “orta gelir tuzağı”na düşmüş, bir dizi sıkıntı ve sorunlar ile boğuşmaya devam ediyoruz?
Çünkü…
- Kaynaklarını yeterince ve akıllıca üretim, teknoloji ve verimliliğe akıtamıyor, yolsuzluk, rant avcılığı almış başını gidiyor, iç ve dış borç stoku çok yüksek,
- Dünya sisteminde realpolitik temelde, duygusallıktan uzak, stratejik menfaatlerinin peşinde saygın, güvenilir ve akıllıca hareket etmiyor,
- Azınlık bir istisna kesim dışında gençleri dünya liginde oynayabilecek kalitede ve çağdaş temelde doğru eğitilmiyor, yeteneklerine tatminkar bir gelecek sunulmadığı için dışarıya hatırı sayılır beyin göçü var,
- Din, etnisite, cinsiyetin kişilerin kendi alanları kabul edileceği, saygı duyulacağı, bastırılmaya çalışılmayacağı bir özgürlük anlayışı hala yerleştirilemedi hala,
- Özgürlüğe, liyakata, kültür ve sanata, insanı değerlere, doğaya saygıya, adalete, güvenlik ve sürdürülebilir kalkınmaya “olmazsa olmaz” önem verilmiyor,
- Çevresine, üzerinde oturduğu tarihi mirasına özen göstermiyor, korumuyor, çarpık kentleşmeye son verip insanı ve doğayı öne çıkartan özgün mimarı geliştirmiyor,
- Enerjisini temizleyeceği, akıllı teknoloji ve sanayiler geliştireceği, markalaşmayı çoğaltacağı, turizmini şampiyonlar ligine taşıyacağı bir kalkınma modelini icraya dönüştüremiyor,
- Kutuplaşma yerine iyi tanımlanmış, paylaşılan ortak hedefler, heyecanlar yaratan bir vizyona sarılamıyor insanları,
- Ülkenin yönetim mimarisi tüm bu beklenti ve iyi yönetişim prensiplerine göre oluşturulamıyor, yetkin kadroların, akıllı liderlerin, yeni kuşak girişimcilerin işbaşına getirilmesine imkan sağlanamıyor,
- Herşeyden önce de gençlerine kaliteli eğitim veremiyor, gelecek umudu, heyecanı aşılayamıyor, istikamet duygusu belirsiz.
Bu liste daha da uzatılabilir; ama bana soracak olursanız yukarıda sıralanan sorunların çoğunun çözümü, güçlü bir siyasi irade ve akilli bir stratejik çerçeve olsa, hiç zor değil.
Hedef 2030
Bu yansimalar isiginda mevcut karamsar tabloyu değiştirmek, insanı değerleri ön planda tutan, bilimi ve teknolojiyi merkeze alan, eğitimi, estetiği ve yaşam kalitesini yükselten bir anlayışla insanlarının güvenle, refah ve mutluluk içinde yaşayabildiği, yeniden gurur duyulacak bir ülke inşa etmek için Türkiye’nin yeniden kendisini sorgulaması ve kurgulanması gerektiğini düşünüyorum.
Ancak bu yeniden tasarim, halihazırda son anayasa değişikliği çabalarında görüldüğü gibi, siyasi sistemin dar çıkarlarına hizmet eden bir kurgu olmamalı.
Vizyon konusunda bir sabıkamız var. Malum, 2023 vizyonunu büyük ölçüde tutturamadık. Ayağı yere basmadığı, ülkenin temel oyuncularının katkısı olmadan hazırlandığı, muazzam bir kaynak ve insan israfı yaşandığı, ayrıca dünya konjonktürü de izin vermediği için.
Şimdi, ülkenin hem kendi insanlarına, kurumlarına, şirketlerine hem de dış aktörlere istikamet duygusu verecek, artık vadelerin kısaldığı sürat çağında öyle 15-20 yıl sonrasının değil önümüzdeki beş yılın hedeflerine odaklanacak bir “Hedef 2030” stratejik çerçevesini geliştirmeliyiz. Hemen, mevcut “fırsat penceresi” kapanmadan.
Unutmayalım ki, gurur duyulacak bir Türkiye, sadece başkalarının algısı için değil, öncelikle kendi vatandaşlarımız için inşa edilmeli.
Bir zamanlar rönesans ateşini yakmış olan bu ülke, bugün de insanlarının hak ettiği şekilde yeniden parlayan bir yıldız olmayı başarabilir; dünya konjonktürü de buna imkan tanıyacak istikamette gelişiyor.
Kendimize olan güveni tazelemek ve gerçekleştirilebilecek ortak hedefler etrafında kenetlenmek, başarının anahtarı. Bu topraklar, hem yaşanılacak, hem örnek alınacak, hem de gurur duyulacak bir ülke olacak şekilde güzide insanlarına yakışır sürdürülebilir bir yükselmeyi hak ediyor.
Şimdi harekete geçme zamanı; daha parlak bir gelecek yaratmak için gerekli kaynaklara sahibiz. Un, şeker, yağ var; helvayı yapacak cesur, aydin goruslu bir liderliğe ve adanmis, liyakatli kadroya ihtiyaç her zamankinden daha fazla.