Avrupa Birliği’nin (AB), Türk vatandaşlarına Schengen Bölgesi’ne girişte uyguladığı vize prosedürleri, yalnızca maliyetli ve zaman alıcı bir bürokratik süreç olmaktan öte, Türkiye’ye yönelik bilinçli bir “mesafe koyma” stratejisinin göstergesi gibi görünüyor.
Bu durum, AB-Türkiye ilişkilerindeki dengesizlikleri ve derin çelişkileri gözler önüne sererken, vatandaşlarının onuru incinen Türkiye’nin bu hususta boomerang etkisiyle “kendisini topuğundan vurmadan” nasıl bir yol izlemesi gerektiği konusunda stratejik bir değerlendirme yapmayı da zorunlu kılıyor.
Vize politikası: Çifte standart mı, stratejik ayrışma mı?
AB’nin Türkiye’ye yönelik vize politikası, yalnızca bireysel düzeyde seyahat özgürlüğünü kısıtlamakla kalmıyor; aynı zamanda Türkiye ile AB arasındaki ilişkileri daha da zorlaştıran bir siyasi manevra olarak dikkat çekiyor. AB, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasi alanlarındaki eleştirilerini, göçmen akını riskini gerekçe göstererek vize serbestisini geciktirirken, Türkiye ile ekonomik ve siyasi bağlarını sadece önemli gördüğü alanlarda kendi çıkarlarına göre şekillendirmeye çalışıyor.
Bu tavır, Gümrük Birliği anlaşması, NATO müttefikliği, OECD ve Avrupa Konseyi üyeliği gibi köklü ilişkilere rağmen, AB’nin Türkiye’yi tam üye olarak kabul etme konusundaki isteksizliğinin, engellemelerinin açık bir yansıması.
Zira, bırakın 85 milyona vize serbestisini, nüfusu hızla yaslanan, rekabet gücü kaybolmaya yüz tutan, dış dünyada hala “ekonomik dev, siyasi cüce” olarak tanımlanan AB’ye yük getirmek bir yana katma değeri yüksek ülkemizden işadamlarına, öğrencilerine, bilim adamlarına, sanatçılarına dahi vize alımında dahi büyük zorluklarla karşılaşıyor.
Kimler var, kimler?
AB’nin vizesiz dolaşım hakkı tanıdığı ülkelerin listesi, Türkiye’ye yönelik bu ayrımcılığı daha da belirgin hale getiriyor. Brüksel ile de konuşup bu konuda kapsamlı bir araştırma yaptım. Gerçekten de Schengen Bölgesi’nde serbest dolaşım hakkı tanınan ülkelerin listesi, Türkiye’nin karşılaştığı adaletsizliği çarpıcı şekilde gözler önüne seriyor.
AB topraklarında elini kolunu sallayarak dolaşabilen ülkeler arasında yalnızca Brexit ile ayrılmış Birleşik Krallık, EFTA üyesi İzlanda, Norveç, İsviçre ve Lihtenstayn gibi ülkeler yok. Aynı zamanda Kanada, ABD, Avustralya ve Yeni Zelanda gibi ülkeler de bu ayrıcalıktan yararlanıyor.
Dahası, Avrupa’nın kapılarını vizesiz açtığı ülkeler arasında Arnavutluk, Bosna-Hersek, Karadağ, Kosova, Kuzey Makedonya, Moldova, Ukrayna ve Gürcistan gibi yakın coğrafyamızdaki daha bağımsızlığını yeni kazanmış, çoğu “mafya devlet” statüsünde görülen ülkeler de bulunuyor. Asya’dan Güney Kore, Japonya ve Tayvan; Latin Amerika’dan Brezilya, Arjantin, Şili gibi ülkeler de bu haktan faydalanıyor.
Vatikan, San Marino ve Monako gibi mikro devletler de AB’ye kolayca erişim sağlayabiliyor. Orta Doğu’dan İsrail ve Birleşik Arap Emirlikleri de bu listede yer alırken, Çin’den Almanya’ya, Rusya’dan Suudi Arabistan’a uzanan coğrafyanın en önemli bölgesel gücü ve AB’nin 60 yıldan fazla süredir “acqui communutaire” ile bağlı ortağı Türkiye’nin dışlanması düşündürücü ve rahatsız edici.
Türkiye’nin Batı ile ilişkilerindeki çıkmaz
AB’nin bu tavrı, yalnızca bireysel hak ve özgürlükleri kısıtlamakla kalmıyor; aynı zamanda Türkiye’nin Batı ile ilişkilerindeki sistematik şekilde yalnızlaşma sürecini de hızlandırıyor. Türkiye’nin NATO’daki rolü, Batı ile savunma ve ekonomi alanındaki işbirlikleri, özellikle son dönemde stratejik özerklik arayışları ve Batı’dan bağımsız politikalar izleme eğilimi nedeniyle görmezden geliniyor.
AB’nin mevcut vize politikası, Türkiye’nin üyelik sürecindeki ilerlemeleri baltalarken, biraz zorlama bir değerlendirme ile aynı zamanda bir “kopuşu tahrik etme” stratejisi olarak da görülebilir. Bu yaklaşım, hem Türkiye’nin AB’ye olan güvenini sarsmakta hem de bölgedeki jeopolitik dengeleri yeniden şekillendirmekte, şayet bir an evvel geriye sardırılmazsa Ankara’yı keskin bir yol ayrımına doğru iteklemektedir.
Akıllı bir strateji şart
AB’nin bu yaklaşımı karşısında Türkiye, duygusal tepkilere kapılmadan hem diplomatik hem de iç politikada ayağı yere basan, realpolitik dengeli bir strateji benimsemelidir. AB ile ilişkilerde köprüleri tamamen atmak yerine, haklı taleplerini güçlendiren adımlara öncelik vererek onur kırıcı vize uygulamasına karşı daha etkili, şikayet ve eleştirinin ötesinde “al gülüm, ver gülüm” tarzı müzakereye dayalı sonuç alıcı bir tavır almalıdır.
Ancak bunu yaparken, AB ülkelerine yönelik benzeri misilleme ile vize kısıtlamalarının uygulanması, özellikle bağımlılıkta AB’nin üstünlüğe sahip olduğu ticaret, yatırım, turizm, finans, teknoloji gibi alanlarda geri dönülmez zararlar yaratabilir. Bu yüzden “bumerang etkisi”yle bizi topuğumuzdan vuracak misilleme politikalarından ziyade uzun vadeli stratejik kazançlara odaklanmak gerekli.
Unutulmamalıdır ki, Türkiye’nin hak ettiği saygıyı ve eşitliği kazanması, yalnızca diş politikada atılacak adımlarla değil, iç reformlarla desteklenen güçlü ve bağımsız bir duruşla mümkün olacaktır. Ancak bu süreçte Türkiye’nin atacağı adımlar, hem kısa vadeli etkiler hem de uzun vadeli stratejik kazançlar açısından dikkatle planlanmalı, yalnızca talepleri dile getirmek değil, bu talepleri destekleyecek stratejik eylemlere de hiç gecikmeksizin geçilmelidir.
Yol haritasi
Bu çerçevede daha akılcı ve etkili yöntemler neler olabilir?
1. Diplomatik Yoğunluk: Türkiye, AB ile ilişkilerde vize serbestisi konusunu bir numaralı öncelik haline getirmelidir. AB’nin Türkiye için hayati önemdeki işbirliği alanlarını yavaşlatan ve sürekli baskı unsuru olarak kullanabileceği bir diplomasi stratejisi geliştirilmelidir. Bu süreçte Türkiye’ye yakın AB ülkeleri (Macaristan, Bulgaristan, Polonya gibi) devreye sokulmalı ve her üç ayda bir ilerleme raporları yayımlanarak bu konu sürekli gündemde tutulmalıdır.
2. İç Reformlarla Desteklenen Diplomasi: Demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları alanlarında yapılacak reformlar, AB’nin Türkiye’ye yönelik eleştirilerini gerekçesiz bırakacaktır. Bu, yalnızca AB ile ilişkilerde değil, Türkiye’nin kendi vatandaşlarının özgürlüğü ve refahı için de bir gerekliliktir.
3. Göç Politikalarının Gözden Geçirilmesi: Türkiye’nin, Orta Doğu ve Afrika’dan gelen göçmenlere yönelik “açık kapı” politikasını yeniden değerlendirmesi ve sinir kontrollerini sıkılaştırması, AB ile müzakerelerde önemli bir koz olabilir. Ülke içinde sosyal barış açısından da bu politika büyük değer taşıyacaktır.
4. Alternatif İttifaklar ve Bölgesel İşbirlikleri: Türkiye, AB ile ilişkilerdeki tıkanıklıkları aşmak için şimdi olduğu gibi Asya, Afrika ve Orta Doğu’daki bölgesel işbirliklerine ağırlık vermeye devam edilmelidir. Bu adım, Türkiye’nin uluslararası alandaki stratejik konumunu güçlendirirken, AB’ye olan bağımlılığı azaltacaktır ama bu denklemde hassas denge korunmazsa zaten AB’nin istediği anlaşılan “kopuş”un daha da hızlanması sonucu ile karşılaşabiliriz.
Vize politikası bir onur meselesidir
Türkiye’nin AB’ye yönelik vize talepleri, yalnızca bir diplomatik mesele değil, aynı zamanda bir onur meselesidir.
Resmi pasaport sahibi siyasiler, bürokratlar ve bazı işadamları dışında Türk vatandaşlarının yıllardır maruz kaldığı bu ayrımcılık, artık kabul edilemez bir boyuta ulaştı. O yüzden bu aciliyet taşıyan sorunun çözümü, yalnızca şimdiye kadar sonuç alamamış Dışişleri Bakanlığı’nın değil, Cumhurbaşkanı’nın doğrudan müdahalesini ve takibini gerektiren bir stratejik öncelik olarak ele alınmalıdır.
Zira bu süreç, bana sorarsanız yalnızca AB ile ilişkilerde değil, Türkiye’nin gelecekteki stratejik vizyonunun yeniden tanımlanması açısından da kritik bir dönemeçtir. Dünyanın geri kalanı ile menfaatlerimiz temelinde çalışmaya devam ederken AB ile köprüleri atmak yerine, daha güçlü ve eşit bir ortaklık için mücadele edilmesi şart.
Amaç, bağcıyı dövmek değil üzüm yemektir.
Dış politika, itibar ve vize: artık kırmızıya, yeşile de isteniyor