

ABD ve Çin tek merkezli stratejik aktörler. Ekonomik güçlerini teknolojiye, savunmaya, jeopolitiğe ve küresel etkiye dönüştürebiliyorlar. Avrupa’nın gücü ise 27 ayrı ülkenin toplamı.
Avrupa Birliği denince uzun yıllar akla gelen tanımı bugün hâlâ hatırlıyorum:
“Ekonomik dev, siyasi cüce.”
O zamanlar bu ifade biraz abartılı, hatta haksız bulunurdu. Bugün ise bir polemik değil; neredeyse herkesin sessizce kabul ettiği bir gerçeklik hâline gelmiş durumda. Üstelik tablo geçmişe kıyasla daha da ağır. Avrupa artık sadece siyasi olarak değil; stratejik ve psikolojik olarak da küçülüyor. Bunu istatistiklerden çok insanlarla konuşurken hissediyorum. Özellikle genç Avrupalılarla. Gelecekten söz ederken sesleri kısılıyor, cümleler yarım kalıyor. Kendi medeniyetlerine, kendi geleceklerine ve belki de en önemlisi kendilerine olan inançları zayıflıyor.
Tarih bize şunu defalarca gösteriyor: Özgüvenini kaybeden bir kıta, dış tehditlerden çok daha hızlı biçimde içeriden zayıflar. Geleceğine inanmayan bir gençlikle de ileri gitmek mümkün değildir.
Rakamlar Büyük, Etki Küçük
Kâğıt üzerinde Avrupa Birliği hâlâ devasa bir ekonomi. Yaklaşık 17 trilyon dolarlık bir toplam GSYH’den söz ediyoruz. ABD 27 trilyon dolar, Çin ise 18–19 trilyon dolar bandında. Ama bu rakamlar kolayca yanıltıyor.
ABD ve Çin tek merkezli stratejik aktörler. Ekonomik güçlerini teknolojiye, savunmaya, jeopolitiğe ve küresel etkiye dönüştürebiliyorlar. Avrupa’nın gücü ise 27 ayrı ülkenin toplamı. Ortak bir maliye politikası yok. Ortak borçlanma kapasitesi sınırlı. Büyüme zayıf, verimlilik düşüyor.
Daha da önemlisi şu: Bu ekonomik büyüklük, küresel oyunu şekillendiren bir etkiye dönüşmüyor. Avrupa zengin kalıyor ama yön veremiyor. Üstelik Almanya ve Fransa gibi lokomotifler kendi iç sorunlarıyla meşgul. Jeopolitik akla ve finansal derinliğe sahip Birleşik Krallık ise artık AB’nin dışında.
Jeopolitiğin Kenarına İtilen Bir Avrupa
Bugünün büyük krizlerine baktığımda kendime şu soruyu soruyorum: Avrupa gerçekten masada mı?
Ukrayna–Rusya savaşı Avrupa’nın kapısında yaşanıyor ama stratejik kararlar Washington’da alınıyor. Silah tedariki, savaşın süresi, müzakere ihtimalleri, hatta sınır tartışmaları… Brüksel çoğu zaman izleyici konumunda. Moskova ise AB’yi muhatap bile almıyor.
Gazze konusunda Avrupa içinde ortak bir ses yok. Almanya başka, Fransa başka, İspanya başka konuşuyor. Sahadaki dengeyi belirleyen kararlar yine ABD ve bölgesel aktörler tarafından alınıyor.
İran dosyasında da tablo farklı değil. Avrupa masada ama oyun kurucu değil. Kararları alan ABD ve İsrail; Avrupa ise çoğu zaman sonuçlara uyum sağlayan bir pozisyonda.
Bu manzara bana şunu söylüyor: Avrupa, küresel güvenlik ve jeopolitik hesaplarda merkezden çevreye doğru kayıyor. Çok konuşuyor, ama az sonuç üretiyor.
Genişleyemeyen, Yaşlanan Bir Kıta
Avrupa Birliği uzun süredir genişleyemiyor. Batı Balkanlar, Ukrayna, Gürcistan dosyaları yıllardır masada ama ilerleme yok. Türkiye’nin adı ise artık neredeyse hiç anılmıyor. Sorun sadece aday ülkelerde değil; sorun AB’nin kendi kapasite sınırlarında.
Demografi bu tabloyu daha da ağırlaştırıyor. Avrupa hızla yaşlanıyor. Doğurganlık oranları düşük. Çalışan nüfus daralıyor. Sosyal devletin yükü artıyor. Göç bu açığı kapatmak için devreye alındı ama entegrasyon başarısız olunca, göç çözüm değil, yeni bir siyasi ve toplumsal gerilim kaynağına dönüşüyor.
Sonuçları her yerde görüyoruz: Irkçılık yükseliyor. Aşırı sağ güçleniyor. Avrupa daha da bölünüyor. Bu bir ideolojik sapma değil; yönetilemeyen demografinin siyasete yansıması.
Gençlik ve Rekabet Krizi
Avrupa’nın gençleri sistemle bağını kaybediyor. Güney Avrupa’da genç işsizliği kronikleşmiş durumda. Eğitim ile piyasa arasındaki bağ kopuk. Yapay zekâdan ileri üretime, savunma teknolojilerinden dijital platformlara kadar birçok alanda Avrupa oyun kurucu değil, kural yazıcı rolüne sıkışıyor.
Aynı anda Çin bambaşka bir tempoyla ilerliyor. Uzun vadeli planlar yapıyor. Sanayi ve teknoloji yatırımlarını büyütüyor. Devlet–piyasa–teknoloji uyumunu stratejik hedeflere bağlıyor.
Avrupa tartışırken, Çin inşa ediyor. Fark kapanmıyor; daha da açılıyor. Üstelik Çin, AB ülkeleriyle tek tek ilişkiler kurarak Birliği içeriden de zorluyor.
Asıl Mesele: Kendine İnanç
Bütün bu başlıkların merkezinde tek bir sorun var: Avrupa kendine inanmıyor. 1991’de, Dışişleri Bakanlığı beni bir yıllığına Bruges’daki College of Europe’a, AB ile müzakerelere hazırlanmak üzere göndermişti. O dönemde gençler arasında ne kadar canlı, iddialı ve bilinçli bir Avrupalılık ruhu olduğunu çok net hatırlıyorum.
Bugün ise tablo farklı. Avrupalılar kendi köklerinden söz ederken çekingen. Medeniyet mirasını savunurken mahcup. Değerlerini evrensel bir iddia olarak ortaya koymakta zorlanıyor. Bu durumu dile getirenler ise hızla etiketleniyor: “aşırı sağ”, “popülist”, “Rusya’nın işine yarıyor” gibi yaftalarla tartışma bastırılıyor.
ABD’nin son Ulusal Güvenlik Stratejisi belgesinde Avrupa için kullanılan ifade bu yüzden çarpıcı: “Medeniyet aşınması.” Washington aslında açık konuşuyor: ABD müttefiklerini savunur, ama özgüven ihraç edemez.
Savunma bütçeleri artabilir, NATO güçlenebilir. Ama özgürlüğünü savunmaya inanmayan bir toplum, askerî olarak da sürdürülebilir değildir.
Böyle Bir Avrupa’da Türkiye Nerede Durmalı?
Bence asıl soru tam da bu. Kendine güvenini yitirmiş, genişleyemeyen, yaşlanan, bölünen ve küresel etkisi azalan bir Avrupa, Türkiye için artık otomatik bir “gelecek merkezi” değil. Türkiye’nin Avrupa’ya bakarken duygusal değil, stratejik olması gerekiyor.
Türkiye bugün; genç ve dinamik bir nüfusa sahip, jeopolitik olarak kritik bir konumda, enerji, güvenlik ve lojistik hatlarının merkezinde, çok katmanlı bir medeniyet birikimine yaslanıyor. Bu tablo, Türkiye’ye Avrupa’nın yaşadığı krizden ders çıkarma imkânı sunuyor.
Türkiye’nin hedefi, kendine güvenmeyen bir Avrupa’nın içine sıkışmak değil; Avrupa ile eşit, dengeli ve çok boyutlu ilişkiler kurarken, kendi bölgesinde oyun kurucu bir aktör olmak olmalı. Hele ki Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın AB içinde sürekli veto ve bloke mekanizmalarıyla Türkiye karşıtı pozisyon aldığı bir denklemde, pusulayı yalnızca Brüksel’e çevirmek rasyonel değil.
Nitekim Ankara bugün ABD, Afrika, Çin, Rusya, Hindistan ve Latin Amerika ile çok boyutlu ilişkiler kurarak bu yönde kararlı biçimde ilerliyor.
Son Söz
Avrupa’nın en büyük tehdidi sınırlarında değil, zihnindedir. Ekonomik büyüklük tek başına güç değildir. Güç, inançla desteklenmeyen kapasite değildir. Kendine güvenini kaybeden bir kıta, dış tehditlerden önce içeriden çözülür. Türkiye için asıl mesele de burada başlıyor: Başkasının özgüven krizine yaslanmak değil, kendi özgüvenini ve stratejik yönünü inşa etmek.
AB ile Gümrük Birliği ve tam üyelik hedefi bir çapa olarak gündemde kalabilir. Ancak bugünün ve yarının Avrupa’sının, Türkiye’ye geniş refah, özgürlük ve hareket serbestisi sunabilecek bir kapasiteye yeniden kavuşması şimdilik pek mümkün görünmüyor.
Çünkü yeni dünyada ayakta kalanlar, başkalarının tereddütlerine bel bağlayanlar değil; kendi pusulası olanlar oluyor.


