Covid pandemisinin ilanının üzerinden bir yıl geçti. İki yüz ülkede 120 milyon tanı konulmuş enfeksiyon, 2,5 milyondan fazla ölüm. Türkiye’de resmi rakamlarla 2 milyon 836 bin hasta, 29,300 ölüm. Bir yandan hastalığın yayılmaya devam etmesi, diğer yandan pandemiyle artan ekonomik sorunlar, geliştirilen aşılar ve aşı eşitsizliği tartışmaları. Covid-19 pandemisinin bir yılını “bilimsel başarı, politik iflas diye özetlemek mümkün.
Koronavirüs çok hızlı ve kolay yayılan bir virüs. Hızı ve yarattığı yıkımın yaygınlığı yüzünden daha çok 20. Yüzyıl başındaki İspanyol gribi ya da daha eski zamanların veba salgınlarına benzetiliyor. Bir farkla ki bu salgında adı geçen diğer salgınlara göre çok fazla şey biliyoruz. Hızla öğrendik, öğrendiklerimizi hızla yaygınlaştırdık, büyük bir kolektif olarak çözümler ürettik.
Bilim ve teknolojide üst üste rekorlar
İlk olarak insandan insana bulaşma başladıktan sonra çok kısa bir süre içinde (büyük olasılıkla birkaç ay) farklı bir hastalıkla karşı karşıya olduğumuzdan kuşkulanmaya başladık. Bu kuşkular 31 Aralık 2019’da dünyaya duyuruldu. Yalnızca on gün içinde Çin’de bir laboratuvarda, hastalık etkeni yeni Koronavirüs izole edildi. Yeni virüsün genetik dizilimi 48 saat içinde dünyanın her tarafındaki bilim merkezleri ile paylaşıldı. Bu paylaşımdan 48 saat sonra Avrupa’da iki laboratuvar, bugün de hala kullandığımız PCR temelli tanı testini geliştirdi. Tarih 13 Ocak 2020 idi.
Şubat ayı bittiğinde Wuhan’daki ilk salgın sırasında tutulan ve dünyayla paylaşılan kayıtlar, filyasyon raporları ve Avrupa’daki ilk vakaların detaylı incelemesi sayesinde virüsün kuluçka süresi, belirtisi olmayan kişilerden, ya da belirtiler başlamadan önce bulaşma olduğu, hangi grupların daha çok etkilendiği, bulaşma yolları gibi çok değerli bilgilere sahiptik.
Koronavirüsün tanınmasından on ay sonra birbiri peşi sıra etkili birçok aşı geliştirildi ve Aralık ayı içinde kitlesel aşılamalar başladı.
Hükümetlerin öncelikleri farklıydı
Dünya Sağlık Örgütünün (DSÖ) Uluslararası Halk Sağlığı Acil Durumu ilan ettiği 31 Ocak tarihinde salgının önünün nasıl alınacağını biliyorduk. İnsanların etkileşimini azaltmak, kalabalıkları engellemek, enfekte olan kişileri hızla saptamak, onları ve temas ettikleri insanları izole etmek… Enfeksiyona kaynaklık edenler tam olarak bulunamıyor ya da izole edilemiyorsa karantina uygulamak… Kuşku duyulan bütün grupları, bazen bir sokağı, fabrikayı, bazen bütün bir kasabayı, şehri ve hatta gerekirse ülkeyi karantinaya almak… Bu yöntemleri uygulayan bir dizi ülke, ilk vakaların tanı konulduğu Çin dahil salgını kontrol altına almayı başardılar.
Ama dünyanın birçok bölgesinde, ilginç olarak da ekonomik olarak en iyi durumdaki Batı Avrupa, ABD’deki hükümetler bu basit yöntemleri, etkili, örgütlü ve sürekli bir şekilde uygulayamadılar. Daha doğrusu virüsü ciddiye almadılar, ayak sürüdüler, önlemleri geç aldılar, erken kaldırdılar. Zira, bu ülkelerdeki politik liderliklerin öncelikleri salgını kontrol etmek değil, ne pahasına olursa olsun ekonominin çarklarını döndürmekti.
Halk sağlığı sisteminin önemi
Zengin ülkelerin hepsinde yüksek teknoloji, parıltılı hastaneler vardı, ama etkin bir halk sağlığı sistemleri yoktu. Olmadığını, haftalar boyunca test sayısını arttıramamalarından, doğru düzgün filyasyon yapamamalarından anladık. Çok para dökülmüş hastanelere rağmen, tedaviye erişimdeki eşitsizlikleri, yoksullar, azınlıklar ve göçmenler arasında ölüm oranlarının yüksekliğinden fark ettik.
Pandeminin bir yılı bize salgın gibi bir krizle baş etmede bir ülkenin politik liderliğinin yeni bir gerçeği kavrama, yani bilimin söylediğini anlama ve uygulama yeteneğinin, o ülkenin ekonomik gücünden, teknolojik birikiminden daha önemli olduğunu gösterdi.
Covide aşı bulundu, ya politik miyopluğa?
Atadan kalma ama işe yaradığı kanıtlanmış salgın kontrol yöntemlerini kullanamayan ülkeler önümüzdeki dönem için mücadele stratejilerini neredeyse tamamen aşıya bağlamış durumdalar. Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki ülkeler nüfuslarının büyük çoğunluğunu bir an önce aşılayıp, “kitle bağışıklığına” ulaşmayı ve kısa sürede normalleşip, ekonomilerini kaldıkları yerden, aynı şekilde çalıştırmayı umuyor. Ama çok önemli birkaç noktayı unutuyorlar.
Birincisi bulaşma hızını baskılamazsanız, virüs giderek daha fazla kez kendini kopyalıyor ve kaçınılmaz olarak yeni varyantlar-çeşitler geliştiriyor. Evrimsel olarak bu çeşitlerin bir kısmının daha bulaşıcı olması beklenir ki, gerçekten de öyleler. Aşılamanın hızının yeni çeşitlerin ortaya çıkma hızına ulaşması, en azından yakın gelecekte, mümkün görünmüyor.
İkincisi, aşıları geliştiren şirketlerin üretim kapasiteleri (4 milyar doz civarında) 2021 yılı içinde, dünya çapında kitle bağışıklığı sağlamaya yetmeyecek. Zengin ülkelerin ön alımlarla bağladıkları aşı miktarlarıyla kendi ülke sınırları içinde kitle bağışıklığı sağlamaları pandemiyi sonlandıramayacak. Aşının ulaşamadığı ülkelerde bulaşma sürdükçe, buralarda gelişecek, aşıya dirençli çeşitlerin, bütün küreyi dolaşmasını engellemek mümkün olmayacak.
Tek ülkede bağışıklık boş bir hayal
Üçüncüsü zengin ülkeler kendi ülkelerinde kitle bağışıklığı sağlayıp tedbirleri kaldırsalar bile, küresel tedarik ağlarının birbirine bin bir şekilde bağladığı dünyamızda bütün dünyada eş zamanlı bir normalleşme olmazsa hiçbir ülkenin ekonomisi “normal” çalışamayacak. Koç Üniversitesinden [Aralarında yazarımız Selva Demiralp’in de bulunduğu] bir grup ekonomistin dünya çapında yankı yaratan çalışmasına göre 9 trilyon dolar civarındaki ekonomik kaybın yaklaşık yarısı zengin ülkelerin kaybı olacak.
Dünya Sağlık Örgütü aşılardan maksimum yarar sağlamak için, bir yandan klasik salgın kontrol yöntemleriyle bulaşma hızını kontrol altında tutarken, diğer yandan bütün ülkelerdeki riski yüksek grupları öncelikle aşılamayı öneriyor. Böylece ölüm sayılarını azaltmak mümkün olacak.
Aşı milliyetçiliği kavramı ortaya çıktı. Birbirine bin bir değişik yolla sıkı sıkıya bağlanmış dünyamızda tek bir ülkede kitle bağışıklığına ulaşmak içi boş bir hayal. “Hepimiz güvende olmadan hiçbirimiz güvende olamayız”. Dünya çapında kitle bağışıklığına ulaşmak için de aşı üretim kapasitesini arttırmamız, her ülkenin, her şirketin üretim kapasitesinden faydalanmamız gerek. Peki bunu neden yapmıyoruz?
Patent hakları aşı üretini engelliyor
Etkinliği kanıtlanmış, ama üretim miktarı yetersiz olan aşıların her yerde üretilmesinin önündeki en önemli engel ‘fikri mülkiyet hakları”. Yani patentler ve üretim teknolojilerinin ticari sır sayılması. Herhangi bir üretici şu anda sahipleri olan şirketlerin adıyla anılan aşılardan birini üretmek istese, bu üretim için gerekli bazı kritik bilgilere ulaşamaz. Bu problemi kendi imkanlarıyla çözüp üretime geçse bile mülkiyet hakkını ihlal ettiği için ciddi yaptırımlarla karşı karşıya kalabilir.
Bu engeli kaldırmak amacıyla Güney Afrika ve Hindistan’ın başını çektiği bir dizi ülke Dünya Ticaret Örgütüne başvurdu: Covidin önlenmesi, tanısı ve tedavisinde kullanılacak tıbbi ilaç, madde ve teknolojiler için fikri mülkiyet haklarının, dünyada Covide karşı kitle bağışıklığı sağlanıncaya kadar dondurulmasını talep ettiler. Bu öneriyi DSÖ’nün yanı sıra yüze yakın gelişmekte olan ülke ve çeşitli uluslararası sağlık ve hak örgütleri destekliyor. Ama halk sağlığı açısından gerekli bu öneri Avrupa Birliği, ABD, Avustralya ve Brezilya tarafından bloke ediliyor. En son 10-11 Mart’ta Cenevre’deki görüşmeler de bu engelleme yüzünden sonuç getirmedi.
Bir yandan “herkes güvende olmadan kimse güvende değildir” nutukları atan zengin ülkelerin politik liderlikleri, destekledikleri ilaç şirketlerinin kârlılığını dünya nüfusunun sağlığından daha çok önemsiyorlar. Bir yıldır sürdürdükleri yanlış öncelikler bu konuda da devam ediyor.
1980’de, zahmetli ama başarılı bir kampanya ile çiçek hastalığı yok edildiğinde “Çiçeği yendik, sıra kötü yönetimde” denmişti. Hala o noktadayız.