Bekçi Kanunu TBMM Genel Kurulunda AK Parti ve MHP oylarıyla 11 Haziran’ın ilk saatlerinde kabul edildi. Böylece Türkiye’de 247 bin küsur polis ve 176 bin küsur jandarmaya, şimdilik 22 bin civarında daha silahlı kolluk kuvveti eklendi. Bekçi Kanununun ne getirdiğini şu bağlantıdan okuyabilirsiniz. Polis varken, 1974 yılında kaldırtılmış olan çarşı ve mahalle bekçilerine neden gerek duyulduğunu merak edenleriniz varsa, aslında arada -bir iki adli konu dışında- fazla fark olmadığını İçişleri Bakanlığının yayınlamış olduğu aşağıdaki şemada görebilirsiniz.
Bekçiler de İçişleri Bakanlığına bağlı çalışacak. Sahil Güvenlik Komutanlığını da katarsak, İçişleri Bakanlığı, ağır silahları, uçak, helikopter ve gemileriyle neredeyse ikinci bir ordu niteliğini kazandı; özellikle de 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişiminden sonra. Sadece Türkiye için sormuyorum: bir hükümet neden yeni silahlı birimler oluşturur? Kimi, kimden korumak için? Bunun bir cevabını sanırım bugünlerde ABD’de Başkan Donald Trump’ın ırkçılık karşıtı gösterilerin yayılması üzerine polis ve Ulusal Muhafızlardan sonra orduyu da sahaya sürmek istemesinde görebiliyoruz.
Bekçi Kanununu yalnızca mesela Osmanlı Ocakları gibi örgütlenmelere üniforma giydirip ideolojik yönü de olan milis gücü oluşturma çabası gibi görenler, ya da yandaşlara iş kapısı kurulması gibi görenler yanılıyor. Bunun ötesinde, devlet yapılanmasına dair bir tasarım olduğu yasanın kapsamından açıkça görülüyor. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan toplumun en küçük birimine dek kontrolü dışında bir şey kalmasın istiyor sanki.
İlker Başbuğ’un ifadeye çağrılması
“Her şey kontrolümüz altında olsun” daha önce gördük mü? Evet gördük. Önceki Genelkurmay Başkanlarından ve Ergenekon Davasında ömür boyu hapse mahkûm edilmiş olan İlker Başbuğ’un tesadüfen tam da Bekçi Kanununun Meclis’te görüşülmesi sırasında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından ifadeye çağrılma gerekçesini biliyorsunuzdur: Başbuğ’un bir TV programında, “FETÖ’nün siyasi ayağı” sorulduğunda askerlerin sivil mahkemelerde yargılanmasının önünü açan yasaya dikkat çekmesi. Daha doğrusu bunun üzerine o yasayı Meclis’e sunanlar arasındaki 6 AK Partili milletvekilinin (Bekir Bozdağ, Ahmet Aydın, Mustafa Elitaş, Mehmet Ceylan, Ahmet Müfit Doğan ve Yahya Doğan) Başbuğ aleyhinde suç duyurusunda bulunması.
O yasa 2009’da çıkarılmıştı. Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışması ve askerlerin büyük bir aymazlıkla verdiği 27 Nisan e-muhtırası ardından Ergenekon soruşturması başlayalı iki yıl, Ergenekon davası açılalı bir yıl olmuştu. Ama o zaman da Fethullahçı olduğu bilinen savcı Zekeriya Öz ve ekibinin eli askerlere uzanamıyordu. Balyoz davalarının açılmasından, aynı yıl içinde -2017’de ’Fethullahçı kumpastır’ denilerek kapatılan- Bülent Arınç’a suikast girişimi davası sonrası en gizli askeri sırların bulunduğu “Kozmik Odaya” girilmesi de bu yasayla mümkün olmuştu. (*) Başbuğ’un ifadeye çağrılması, siyaset kulisinde acaba kapatılmış dosyaların yeniden mi açılacağı, yeni torba davaların, torba yasaların mı gelmekte olduğu sorularına yol açıyor.
Minareyi çalan kılıfını hazırlar
Başbuğ o yasaya dikkat çekmekle haklı ama eksik; konuya daha çok Türk Silahlı Kuvvetler savunusu açısından bakıyor.
O açıdan bakıldığında da 15 Temmuz’a döşenen yolda başka taşlar da vardı. Mehmet Yılmaz T24’te 2014 Şubat ayında askerlik kanununda yapılan değişiklikleri yazmış örneğin. İki yıl sonra darbe girişimine katılacak olan ve şu anda çoğu hapiste olan subayların önünü açan düzenlemelerin. Hem de Fethullahçılarla mücadele miladı ilan edilen 17-25 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmalarından sonra. Şimdi o yasa teklifini kimlerin verdiğini, bunun dönemin Başbakanı ve Yüksek Askeri Şura Başkanı Tayyip Erdoğan’dan, YAŞ kararlarını onaylayan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den habersiz mi yapıldığını soracak olsam ben de mi kendimi savcı karşısında bulacağım? Çünkü, yine Mehmet Yılmaz dikkat çekmiş, Başsavcılık “Örgüt, kanuni düzenlemeleri siyasi otoriteye yaptırabilmiştir” demiş. “Kimlerin aracılığıyla?” diye sorsak suça mı girer?
2005’e kadar gidelim mi?
Biraz daha geriye gidelim. Telefon ve her türlü elektronik haberleşmenin izlenmesi yetkisini MİT, Emniyet ve Jandarma yetkilerinin de üzerinde kendisinde toplayan Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB) 2005 yılında kuruldu. Hem de güvenlik işleriyle hiç alakası bulunmayan (o dönem başında Binali Yıldırım’ın bulunduğu) Ulaştırma ve Haberleşme Bakanlığına bağlı olarak. Bu kurum Fethullahçı örgütlenmenin devlet yapısı içinde ilk odağına dönüştü. O kozmik odadan çıkarılan Türkiye’nin en gizli askeri sırlarının TİB ve TÜBİTAK yazılımlarına yerleştirilen korsan satırlar aracılığıyla “ABD’deki bir adrese” gizlice gönderildiğini saptayan MİT oldu; yıl 2014 idi. 15 Temmuz 2016’ya giden süreçte Erdoğan hükümetinin altını en çok oyan, ama Erdoğan’ın bir dönem en güvendiği kurum olan TİB, 15 Temmuz ardından kapatılan devlet örgütlenmesiydi.
Yine 2005’te Türk Ceza kanunu ve Ceza Muhakemeleri Kanununda yapılan değişikler, sadece 2003-2004 yıllarında CHP ile birlikte çıkarılan Avrupa Birliği (AB) reformlarından ilk sapma anlamına gelmekle kalmıyordu. Aynı zamanda Cemaatin yargının her kademesinde hâkimiyet kurma girişimine yol açan 2010 Anayasa değişikliği halk oylamasının da sıçrama taşı oluyordu. 12 Eylül 2010’daki Anayasa değişikliği usta işi bir psikolojik harp operasyonuyla sanki sadece 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle hesaplaşma amaçlı gösterildi. Netice ortada: 15 Temmuz sonrası yargının üçte biri tasfiye edildi, hâlâ da aralarında kripto Fethullahçı arayıp duruyorlar.
15 Temmuz süreci 17-25 ile başlamamıştı
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti’nin siyaseten işine geliyor 15 Temmuz darbe girişimini 17-25 Aralık 2013 ile başlatmak. Oysa bunu söylediğinizde 2012 Ocak ayında Başbuğ’un tutuklanmasını, 2012 Şubat ayında MİT (o zaman) Müsteşarı Hakan Fidan’ın tutuklanma girişiminin Cemaatin Erdoğan’a karşı hamlesi olduğunu açıklayamazsınız. Bunu söylediğinizde “Kandırılmışız, millet affetsin” söylemi eksik kalır.
15 Temmuz sürecinin hem Erdoğan hem de Cemaatin oyun planını değiştirdiği 2007 yılındaki Cumhurbaşkanlığı tartışmaları, e-muhtıra ve onun sonucunda başlayan Ergenekon soruşturmalarına dayandırmak doğru olur. Aradaki fark şudur. Erdoğan e-muhtıra sonrası rotayı, o zamana dek (en azından lafzen) karşı olduğu Başkanlık sistemine çevirmiştir. Fethullah Gülen ise zaman ve zeminin müsait olduğu saptamasıyla vites yükseltmiştir. Bunu, Ergenekon soruşturmaları daha başlamadan ve devam ederken, gayrimüslimlere yönelik saldırıların artmasından, PKK karşıtlığı bahanesiyle gizli Kürt düşmanlığının körüklenmesinden ve AB ile yakınlaşma adımlarının baltalanmaya başlamasından da anlayabiliyoruz, geriye dönüp baktığımızda. Şimdi sadece Bekçi Kanunu değil, iktidara siyasi avantaj sağlamayacak olsa zaten Meclis’e gönderilmeyecek olan başka yasalardan da söz ediliyor. Seçim yasaları, siyasi partiler yasaları gibi. Gücün fazlası, gücü kontrol sorunlarını da beraberinnde getiriyor oysa, yakın geçmişte gördüğümüz üzere.
Erdoğan kumpası yanlış yerde arıyordu
Ben “kendisi iyi ama çevresi kötü” söylemine düşmemeye yetecek kadar politika gazeteciliği yaptım, hâlâ yapmaya çalışıyorum. Ancak yöneticilerin güvendikleri yakın çevreleri tarafından nasıl yanlış yönlendirildikleri konusunda da yeterince örnek gördüm; ben de gördüm, benim bulunduğum gazeteci kuşağı da. Dolayısıyla, Erdoğan baştan itibaren kasten mi Fethullahçılara “kullan at” mantığıyla yaklaştı ama işler kontrolden çıktı, yoksa gerçekten kandırıldı mı tartışmasına girmek istemiyorum. Her ne sebepten olursa olsun, Erdoğan altını oymak isteyenleri görmek için yanlış yere bakıyordu. Sonunda muhalefetin bütün uyarılarına (örneğin CHP’nin önceki Genel Başkanı Deniz Baykal’ın 2006’dan itibaren “F-Tipi” uyarılarına) rağmen, en güvendiği, kendisine en yakın tuttuğu kişiler tarafından devrilmek istendi.
Erdoğan bugün de sürekli olarak gündemde tuttuğu “darbe” söylemiyle yine yanlış yere bakıyor. Kendisine yönelik her eleştiriyi, her muhalefeti darbe parantezi içinde ve Meclis’teki yasal muhalefet partileriyle CHP, İYİ ve HDP ile aynı kefeye koyarak karşısında tutmaya çalışıyor. Eğer Erdoğan sürekli kendisine yeniden darbe girişimi ihtimaline kendisi de inanmıyor ama bunu muhalefet ve basını susturmanın siyasi-psikolojik taktiği olarak görüyorsa, bu iyi bir yol değil; çünkü bir süre sonra kanıksanmaya başlar. Yok, eğer buna gerçekten inanıyorsa, o zaman daha birkaç yıl önce olduğu gibi, bakmaya en güvendiği çevrelerden başlamasında yarar var.
Tarih bunun örnekleriyle dolu. Yakın zamanlara bakarsak, Mısır’ın 2012’de seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin, (Suudi Arabistan’ın aklına uyarak) Genelkurmay Başkanlığına getirdiği Abdül Fettah el-Sisi tarafından 2013’te devrilmesini gösterebiliriz. Uzak tarihte bildiğimiz en eski örnekler arasında Sezar-Brütüs örneği bulunuyor.
Roma tarihinden Sezar-Brutus örneği
Zamanının güçlü adamı, Roma İmparatoru Julius Sezar, Milattan önce 44 yılının 15 Mart günü Senato’ya gitmek üzere yola çıktı. Tıpkı sabah saatlerinde kendisini engellemek isteyen karısı Calpurnia gibi, generallerinden Marcus Antonius da kötü bir şeyler olacağından endişeyle onun Senatoya girmekten caydırmak istiyordu. Ortalık kaynıyordu. Sezar bir süre önce Roma Cumhuriyetine son vererek Roma’yı İmparatorluk, kendisini de İmparator ilan etmiş, Senato’nun yetkilerini kısıtlamıştı.
Sezar yola devam etmek isterken, meclisin, yani senatonun güçlendirilmesini, cumhuriyete dönülmesini isteyen muhalif “Optimates-Seçkinler” partisinden Tillius Cimber, bir dilekçe sunmak gerekçesiyle onu durdurdu. Bu bir tezgâhtı. Cimber bir süre önce “Liberatores-Kurtarıcılar” adı altında kurulmuş bir örgüte üyeydi. Örgütün kurucularından birisi de Junius Brutus idi. Brutus bazı kaynaklara göre evlatlığı, bazı kaynaklara göre gençlik yıllarındaki bir ilişkiden olma oğluydu; Sezar’ın en yakın çevresindendi. Para işlerinden anlayan bir siyasetçiydi. Kıbrıs ve Kilikya’da (bugünkü Adana ve havalisi) Roma yöneticisi olarak görev yaparken, bir yandan da tefecilik yaparak zenginleşmişti. Sezar’ın en güvendiği kişilerdendi. O kadar ki, daha önce bir isyan hareketine katılmış olmasına rağmen Sezar tarafından affedilmiş, yeniden yönetim çevresine girmişti.
Sezar sahte dilekçeyi okurken ilk darbeyi Cimber vurdu. Sezar neler olduğunu anlamak için başını kaldırdığında, oğlu yerine koyduğu Brütüs’ün de hançerini kendisine indirmekte olduğunu gördü. O sırada “Sen de mi Brütüs?” dediği, onun da “Yıkıl Sezar!” karşılığını verdiği yazılan sahne budur. Sezar 23 hançer darbesiyle Senato girişinde öldürülmüş, iktidarı kısa süre ele geçirenler, ordu tarafından indirilmiş, kaçak duruma düşen Brütüs intihar etmiştir.
Bekçi Kanunundan çıktık. nerelere geldik? Ama Sezar kendisini ömür boyu sürecek güçlü yetkilerle donatmamış olsa ve muhtemelen yerine geçme hayalleri suya düşen manevi oğlunun kurduğu kumpasla öldürülmemiş olsa, tarih bambaşka akacaktı.
(*) Bunları yazdığım zaman her cenahtan bazı meslektaşlar, “Ne yani, darbeci örgütlenme açığa çıkarılmasa mıydı?” dan “Ne demek istiyorsun, o davalar kumpas değil miydi?” ye dek değişen tepkiler veriyorlar. Darbecilik suçtur, soruşturulmalı ve gerçekten bağımsız mahkemelerde yargılanmalıdır. Öte yandan siyasi muhaliflerini darbecilik, teröristlikle suçlayarak işinden, özgürlüğünden etmek de gayrimeşrudur. Ergenekon ve benzeri davalarda, gerçekten bir işler karıştıranlarla, sadece sonradan nereye gittiği görülen yolda siyaseten engel görülenlerin de aynı dosyaya konulduğu bir gerçektir. Sonunda masumların aklanması için olmayanlar da aklanmış olabileceğini söylemek meşrudur. Ben bir zaman akışı veriyorum kafasındaki doğruları teyit ettirmek değil de gerçeğin ne olduğu arayışını sürdürmek isteyenlere.