Bir önceki yazımda Covid’in sihirli bir ayna gibi medeniyetimizin bütün zaaflarını bize gösterdiğini, sorunlarımızı üstelik büyüterek, ya da hızlandırılmış bir film gibi yüzümüze çarptığını söylemiş, dünyadan çok çarpıcı bulduğum örnekler vermiş, Covid aynasının bir köşesinde de Türkiye’den yansımalar olmalı, onlara daha yakından bakmak gerek demiştim.
O yazıyı yazdığımdan bu yana hatta daha öncesinden başlayarak aynadaki Türkiye hayaline bakmaya çalışıyorum, bir sağdan, bir soldan, aynanın açısını bir öyle, bir böyle değiştirerek. Olmuyor, olmuyor. Bir türlü istediğim kadar netleşmiyor görüntü. Zira aynanın Türkiye’yi yansıtan kısmının sırları dökülmüş, hani o bildiğiniz eskimiş, arkasındaki sır yer yer kalkmış aynalar gibi. Dolayısıyla görüntü siyah lekelerle dolu.
Benim gibi sırf kendi dar çevresindeki gözlemlerle değil, iyi yapılandırılmış geniş alan gözlemleri ve ölçülebilir kanıtlarla yazmaya alışık birisi için çok zor Türkiye’deki Covid salgınını değerlendirmek. Yok, salgının bu ilk dalgasını şimdiye kadar, birçok ülkeden daha iyi göğüslediğimiz konusunda bir şüphem yok. Ama ben de herkes gibi, hiç olmazsa yakın geleceği tahmin edebilmek için, her gün akşam saatinde gösterilen yeşil tablolardaki birkaç sayının arkasındaki bazı ayrıntıları bilmek istiyorum.
Bilgiler halkla paylaşılmıyor
Örneğin günlük yapılan test sayısı arttı ama bunların ne kadarı hastalık belirtisi gösterenlere yapılıyor, ne kadarı ilk test negatif geldiği için tekrar testi, ne kadarı iyileşmiş hastaları taburcu etmek için yapılıyor (her taburcu olana yapılıyor mu mesela), ne kadarı tarama amaçlı belirtisiz insanlara yapılıyor? Toplam sayıların arkasında hangi iller, hangi ilçeler var, büyük şehirlerin hangi semtlerinde öbekler var? Salgının ilk haftalarında nasıldı bu dağılımlar, zaman içinde nasıl değişti? Enfeksiyon saptananlar hangi yaş gruplarında, yaşa göre ölüm oranlarımız ne kadar? Saptanan bir enfeksiyonlunun, temas ettiği diğer insanları bulmak ve test yapmak, yani enfeksiyonun yayılma zincirini ortaya çıkarmak için yürütülen filyasyon çalışmalarında toplanan, örneğin enfeksiyonun en çok nerelerde (evde, iş yerinde, taziyede, kutlamada vb) alındığı bilgisi, hepimizin korunma davranışını etkileyebilecek bu veriler nerede?
Salgını eş zamanlı yaşadığımız Avrupa ülkelerinde ve ABD’de yukarıda saydığım verilerin hepsi, hatta daha fazlası toplandı ve kamuya açıklandı, o kadar ki biz bile oturduğumuz yerden çoğuna erişebiliyoruz. Türkiye’de ise bunlar yok. Bir umut birkaç tablo koymuşlar mıdır diye Sağlık Bakanlığının web sayfasına sık sık giriyorum. Yok, yok, yok. Sağlık sistemlerinin zayıflığı yüzünden ölüm kayıtlarını bile düzgün tutamayan bazı ülkelerin perişan halini dehşetle okuyoruz, sakın Türkiye de bazı verileri toplayamayacak kadar aciz olmasın?
Ama şükür, Sağlık Bakanının bazı basın toplantılarında, sosyal medyada tartışılan bazı iddialar ve eleştiriler karşısında bir ya da iki kez verdiği çok ayrıntılı rakamlara, şemalara, haritalara bakılırsa bu kayıtların hepsi tutuluyor, merkeze geliyor ve analiz ediliyor. Olmayan bunların milletle paylaşılması. Oysa Dünya Sağlık Örgütü’nün salgın yönetim stratejileri arasında önemle tekrarladığı bir nokta “şeffaflık” ve “toplum katılımı”.
İstanbul ve Ankara’da dar gelirli semtler
Veri yokluğunda kendi yöntemlerimizi geliştiriyoruz. Örneğin bir grup meraklı arkadaş ilk uygulamaya konulduğundan beri akıllı telefonlara yüklenebilen “Hayat Eve Sığar” uygulamasıyla görebildiğimiz kadarıyla yaşadığımız şehrin semtlerine bakıyoruz. Bu haritada kırmızı noktalar enfeksiyon tanısı almış kişi sayısının yoğunluğunu gösteriyor. Nisan sonu İstanbul’da Kadıköy, Beşiktaş gibi büyük ilçeler, Zeytinburnu-Taksim, Esenyurt kıpkırmızı iken, Haziran ayına geldiğimizde resmi vaka sayılarındaki azalmaya paralel olarak kırmızılıklar azaldı, yerini daha az hasta yoğunluğu gösteren sarılar, yeşiller ve hatta maviler aldı. Ancak vaka sayısının en çok azaldığı bölgeler Kadıköy ve Beşiktaş ilçelerinin sahile yakın kısımlarıydı. Esenyurt, Zeytinburnu, Ümraniye kırmızı olmaya devam ettiler.
Benzer şekilde Ankara’da da Nisan sonlarında semtlerin nüfus yoğunluklarını yansıtan kırmızılıklar, Haziran ayıyla birlikte azaldı ve esas olarak Keçiören, Sincan/Etimesgut’ta toplandı. Bu şehirleri bilenler yukarıda saydığım semtlerin esas olarak daha dar gelirli grupların yaşadığı alanlar olduğuna aşinadırlar. Kolayca tahmin edilebileceği gibi yaptıkları işin niteliği nedeniyle evde kalamayanların oturduğu semtler, üç kuşağın bir arada yaşadığı evler, virüsün barınması ve çoğalması için en verimli ortamı sağlıyorlar.
Bakımevlerindeki yaşlılar
Yaşlılar için geliştirilen en önemli koruma tedbiri 65 yaş üzeri için on iki haftaya yakın bir süreyle sürdürülen aralıksız sokağa çıkma yasağıydı. Bu yasak özellikle “açılım”ın başladığı son haftalarda çok tartışıldı, en son Sağlık Bakanı bu uygulama sayesinde bu grubun önemli ölçüde korunduğunu söyledi. Üzerinde pek durulmayan konu, sayıları görece çok az da olsa (toplam 27,500) yaşlı bakımevlerinde yaşayan yaşlılar. Avrupa’da birçok ülkede Covid nedeniyle ölenlerin yarısının yaşlı bakımevlerinde yaşayanlar olduğunu biliyoruz. Hemen her ülkede birçok bakımevinde salgınlar çıktı ve bazı kurumlar yaşayanlarının yarısından daha fazlasını Covid nedeniyle kaybetti. Türkiye ise bu alanda iyi bir sınav verdi. Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığına bağlı kamu huzurevlerinde ve Bakanlığın denetlediği özel bakımevlerinde 16 Mart tarihi itibariyle 14 günlük vardiyalar halinde, vardiya başlangıcında her çalışana mutlaka test yapılarak, çalışmaya başlandı. Çalışanlardan özveri isteyen ama kararlılıkla sürdürülen bu uygulama, diğer enfeksiyonu önleme tedbirleri, yaşlıların Covid bulguları açısından günde en az dört kere değerlendirilmesi, yaygın test yapılması ve tanı konanların ayrı katlarda izole edilerek bir an önce hastaneye gönderilmesi, hastaneden taburcu edilenlerin, ondört gün süreyle bu amaç için ayrılmış yataklı kurumlarda izole edilip ancak ondan sonra huzurevine geri kabul edilmesi gibi uygulamalarla enfeksiyon oranları oldukça düşük bir sayıda tutulabildi. Engelli ve Yaşlı Hizmetleri Genel Müdürü Orhan Koç, yaşlı bakımevlerinde ölüm oranlarını yüzde dört olarak ilan etti. Sahada bulunanların da doğruladığı bu uygulamalar ve ölüm oranının düşüklüğü, kanımca birinci dalganın görece az kayıpla atlatılmasında en önemli etmenlerden biri. Yaşlı bakımevlerinde yaşayan nüfusun azlığına ve ölüm oranının gelişmiş ülkelerdeki benzer kurumlara göre çok düşük olmasına rağmen, buralardaki kayıpların toplam kaybımızın kabaca beşte biri olduğunu düşünürsek bunu daha iyi anlarız.
Şeffaflık olmazsa, neden olmaz?
Salgının seyriyle ilgili bilgilerin, özellikle de yerel bilgilerin vatandaşlarla paylaşılması, özel hesaplama gerektiren ve projeksiyonlarda kullanılabilecek verilerin ülkede sayısı ve niteliği hiç de azımsanmayacak uzmanlar ve akademisyenlerle paylaşılması kuşkusuz bazı tartışmalara yol açar ama sonuçta, bu salgında önemli olan herkesin, yani hepimizin yönetime daha çok güvenmemizi, söylentilere kulak asmayıp, alınan kararlara daha gönülden katılmamızı sağlar. Bunun içindir ki Dünya Sağlık Örgütü döne döne bütün tavsiyelerinde bu konuya özel bir önem veriyor. Diyelim ki bizim pederşahi devlet geleneğimiz bu konulara fazla aldırmayı gerektirmiyor. Verilerin illere, yaşlara, vb ayrıntılandırılmaması, örneğin duyarlılığı yüzde elli civarında olan PCR testi negatif çıkmış ama klinik durumları nedeniyle Covid tanısı konmuş, olası Covid ölümlerinin gözden geçirilip, birçok ülkenin yaptığı gibi ölüm sayılarının revize edilmemesi, dış dünyada verilerin güvenilirliği konusunda kuşkular yaratıyor.
Örneğin geçenlerde Johns Hopkins Üniversitesinden bir ekonomist, Steve Hanke, Financial Times için hazırladığı, çeşitli ülkelerin ölüm sayılarını kıyaslayan tablosunda Türkiye’yi Çin ile birlikte, hükümetin bildirdiği rakamların güvenilmez olduğu ülke diye tanımladı. Türkiye’yi ne kadar tanır, Türkiye’deki salgını ne kadar incelemiştir, bilemiyorum. Ama kuşkusuz, dış dünyada, özellikle, sevsek de sevmesek de en yoğun ilişkimizin olduğu Batı dünyasında gelişmekte olan bir algıyı yansıttığını söylemek mümkün. İşin kötüsü bu tür algılar, her tekrarlandığında güçlenir, kartopu gibi büyür giderler. Karşılarına kamuya açık, sağlamlığı kanıtlanmış ve doğru metodolojiyle analiz edilmiş verilerle çıkamadığımız sürece de bir tür gerçekliğe dönüşürler. Varsın olsun diyemeyiz. Ekonomiyi yönetenlerin umut ettiği gibi yakın gelecekte ülkeler kapılarını aralar, ticaret, iş seyahatleri ve özellikle de uluslararası turizm yeniden canlanacak olursa, korkarım bu algılar hepimizin ayağına çok fena dolanır.