Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan açmaz olduğunu asla kabul etmeyeceği üç açmazı var 2021 Mart sonu itibarıyla.
Bunları kabul etmeye ne çoğunda artık geri dönüşü olmayan noktayı geçmiş olması izin veriyor ne de kendisini giderek küresel oyun kurucu gibi gören gururu. İzlediği siyaset, bu açmazları çözüm olarak gördükçe ısrarlı tutumunu güçlendiriyor, ısrar arttıkça artık MHP lideri Devlet Bahçeli’nin desteği olmaksızın ayakta durmayacak iktidarını daha da katı bir çizgide sürdürme ihtiyacını doğuruyor. Bu durum yalnızca Erdoğan’ı giderek daralan bir iktidar çemberine hapsetmekle kalmıyor. Aynı zamanda Türkiye’yi siyaset ve ekonomide geriletiyor, dünyadaki hızlı dönüşümün kenarında kalma tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyor.
Bir: ekonomi sadece ekonomi değildir
Türkiye’nin en büyük sermaye kuruluşu TÜSİAD’ın Genel Kurulunda konulan Başkanı Simone Kaslowski “Ekonomi sadece ekonomiden ibaret değildir” diye bir cümle kurdu. Bu cümlesini de Türkiye’nin çoğulcu demokrasi, hukuk devleti, insan hakları, kadın-erkek eşitliği, ifade özgürlüğü ve laiklik gibi vurgularla. Reform sözlerinin yerine getirilmesini istedi. Günümüz dünyasında demokratik kayıplarla ekonomik kazancın sağlanamayacağını vurguladı.
Ondan önce konuşan TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Tuncay Özilhan ise 2020’ler Türkiye’sindeki gidişi 1970’lerTürkiye’sindeki gidişe benzetti. 2020’lerin Türkiye’si kuşkusuz 1970’lerde TÜSİAD bildirisi sonrasında yıkılan 1970’ler Türkiye’sinden çok farklı, kast ettiğim o değil. Ama son yıllarda ekonomi parametreleri dışına çıkmamaya korkuyla karışık bir özen gösteren TÜSİAD’ın, iç siyasete girmeden, özenli bir lisanla da olsa bu hatta gelmesi aslında Erdoğan’ın açmazlarından birine işaret ediyor.
Para kazandırırsam seslerini çıkarmazlar
Bunda bütün suç da Erdoğan’da değil. Sermaye sınıfı kısa günün kârı için demokratik hakların kısılmasına sadece 12 Mart, 12 Eylül darbelerinde onay vermedi. Yakın dönemde 2010 Anayasa değişikliği, 2013 Gezi protestoları sonrası ve 2016 askeri darbesi girişimi sonrasındaki kısıtlamalara da onay verdi.
Erdoğan bu denkleme aşinaydı: kârlarını artırırsam, hakların kısıtlanmasına ses çıkarmazlar. Bu anlayış, kısıtlamalar ekonominin parametrelerini de baskılayana kadar idare etti. Ne zaman ki, 2016 sonrası ilan edilen Olağanüstü Hal, 2017 Anayasa değişikliğiyle kurumsallaştı, Cumhurbaşkanı yürütmenin her alanında tek söz sahibi oldu, o zaman sermaye sınıfında şafak attı. Erdoğan’ın 2018’de Hazine ve Maliye’yi birleştirip başına damadı Berat Albayrak’ı getirmesi işin tuzu biberi oldu.
Denizin bittiği yer, Albayrak’ın gidişiyle gelen Lütfi Elvan ve Merkez Bankası Başkanı Naci Ağbal’ın sermaye örgütlerinin, yani TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB ve TESK’in görüşlerini alması ve önerilerinin Erdoğan’ın reform olarak duyurduğu metinde yer almamasıydı.
Erdoğan’ın açmazı hâlâ bu denklemi geçerli sanmasında.
İki: daha çok yetki mi demokrasi mi?
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 29 Mart’ta, kovit salgınının yeniden patladığını ilan ederken yeni Anayasa konusunda söyledikleri bir başka açmazı gösteriyor. Erdoğan, daha dört yıl önce, MHP sayesinde değiştirdiği Anayasada da darbeci anlayışın devam ettiği iddiasıyla şunları söylüyor:
• “Yeni anayasa süreci Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’nin tahkimi açısından da bir fırsat olacaktır. Türkiye için tarihî öneme sahip yeni anayasa hazırlama sürecinin mümkün olan en geniş uzlaşmayla yürümesi ve ortaya çıkan metnin de 84 milyonu kucaklaması şarttır. Biz bu anlayışla siyasi partiler başta olmak üzere tüm kesimlerin yeni anayasanın hazırlanmasına katkıda bulunmasını bekliyoruz. “
Erdoğan yeni Anayasayı daha demokratik ve özgürlükçü bir yönetim için değil, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin güçlendirilmesi için istediğini söylüyor. Bir yandan da diğer siyasi partilerden katkı bekliyor. Bunu CHP ve İYİ Parti başta olmak üzere çoğu muhalefet partisinin “Tek adam yönetimini değiştireceğiz” dediğini bile bile öneriyor. Erdoğan daha çok yetki için yeni Anayasa isterken, muhalefet daha çok demokrasi istiyor; açmazı budur.
Paydaşlarına bağımlılığı artarken
Ek olarak istediği yetkilerin TBMM ve yüksek yargıdaki etkisini daha da artırmayı amaçlaması kimseyi şaşırtmayacaktır.
Geldiğimiz aşamada Erdoğan seçimi, parlamentoyu, yargıyı, basını, sivil toplumu ancak kendi iktidarının sürekliliğine katkıda bulunduğu ölçüde meşru sayıyor. Kendi meşru saydığını da Anayasa haline getirmek istiyor. Bu gidiş, muhalefete iktidarın kenar süs olduğu müddetçe tahammül etme yönündedir. Erdoğan’ın HDP üzerindeki baskıya Kemal Kılıçdaroğlu ve Meral Akşener’den katılmasını beklemesi bunu gösteriyor. Her iki lider de bu defa tuzağa düşmedi; Ali Babacan (DEVA) ve Ahmet Davutoğlu da (Gelecek) karşı durdular.
Bu gelişme Erdoğan’ın iktidar paydaşlarına bağımlılığını artırdı. Paydaşları derken özellikle çoğul kullandım, çünkü artık iktidarın fiili ortakları arasında sadece MHP yok, başkaları da var. AK Parti’nin 2019 yerel seçim yenilgisinden AK Parti gereken dersi hâlâ çıkarmadı ama, İslami tarikat ve cemaatler çıkardı. Belediye menfaatleri kesilince, Erdoğan’a “Saadet’e gideriz” şantajına başladılar. Saadet de Millet İttifakıyla flörte başlayınca, cemaatler de Cumhur İttifakına paydaş oldu.
İstanbul Sözleşmesinin iptali açmazı budur.
Üç: dış politikada belalı komşu dönemi
Erdoğan’ın Arap Baharıyla dış politika dümenini, Müslüman Kardeşler ideolojisinden etkilenen bir tür Üçüncü Dünyacılığa kırmak istedi. Suriye siyaseti nedeniyle büyük travmalar yaşandı, PKK ile diyalog sona erdi, ABD ile husumet başladı, Fethullah Gülen ile yollar ayrıldı ve bu dönem 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişimiyle sona erdi.
Suriye’ye ilk askerî harekât darbe girişiminden sadece beş hafta sonra başladı. Bu dış politikada NATO ve (ABD dahil) müttefiklere asgari sorumlulukları yerine getirme ama onun dışında özerk davranma siyasetiydi. Rusya ve İran ile -sonradan ABD’nin de gözlemci olduğu- Astana Süreci bunun somut işaretiydi. ABD ile S-400/F-35 ihtilafı ile zirveye ulaştı.
Suriye’nin devamında gelen Libya, Doğu Akdeniz-Kıbrıs hamleleri bu siyaseti Türkiye’nin -geliştirdiği, askeri diplomasi ile- bölgesinde varlığını acıtarak hissettirme çizgisine ilerletti. Karadeniz ve nihayet Azerbaycan ile sınırlarına dayandı. Artık hem ABD hem Rusya ile hamle yapabilme sınırlarına geliyor Türkiye.
AB’nin son zirvesindeki tutumu ise adeta Erdoğan’a “Türkiye belalı komşuyu oynamaya devam edecek mi?” sorusunu soruyor.
Belalı komşu açmazı
AB’nin merkez ülkelerinin, daha da dar ifadeyle Almanya ve Fransa’nın Türkiye’den üç temel beklentisi var artık. Rusya’dan yana olma, bize Müslüman göçmen gelmesine izin verme ve Yunanistan ile Kıbrıs Rum hükümetini korkutup üzerimize getirme. Türkiye’nin ekonomisi için ciddi önemi olan AB Türkiye’ye “belalı komşu” muamelesi yapıyor, “bela çıkarmazsan mükafatını alırsın” demeye getiriyor.
Güç politikası devredeyken Batının insan hakları ve demokrasi söylemi, içi boşalmış bir “kaygı” ikiyüzlülüğü dışında bir anlama gelmiyor. Zaten Dışişlerinin, Türkiye’nin aday üye olarak anılmadığı, Kıbrıs Türklerinin yok sayıldığı bir beyanına “olumlu” demesi de. Yani bir anlamda Erdoğan’ın belalı komşu siyaseti sonuç getirmiş görünüyor.
Oysa belalı komşuyu oynamanın siyasi olduğu kadar ekonomik sınırları da var. Çünkü dış politika Türkiye’nin ekonomisi üzerinde hiçbir dönem bugünkü kadar etkili olmamıştı. Dış politikadaki her adım, ekonominin zaten hassas durumdaki dengelerini bozabilir, açmazı burada.
Bu da bizi yazının başına götürüyor, yani “ekonomi sadece ekonomiden ibaret değildir” cümlesine.
Kabul etseniz de etmeseniz de.