Cumhurbaşkanından dün gece gelen açıklamalar bir kez daha Merkez Bankası’nı faiz indirimine davet ediyor. Ancak zamansız gelen faiz indirimleri ne piyasa faizini düşürme konusunda ne de büyümeyi destekleme konusunda etkili oluyor. Keza birinci çeyrek büyümesini incelediğimizde de büyümenin o dönemde gelen merkez bankasının faiz artırımları ile birebir ilintili olduğunu, ekonominin literatürde “expansionary contraction” diye bilinen “faiz artırarak ekonomiyi desteklemek” sureti ile büyüdüğünü görüyoruz.
Türkiye ekonomisi 2021 ilk çeyreğinde, 2020 ilk çeyreğine kıyasla yüzde 7 büyüdü. 2020 son çeyreğine göre ise yüzde 1,7 büyüdü. Ekonominin içinde olduğu dinamikleri göstermek açısından, hele de bir önceki senede sıra dışı bir daralma söz konusu ise senelik değil çeyreklik büyüme rakamlarını takip etmek daha sağlıklı. Çünkü baz etkisi ile bir önceki seneye göre yapılan karşılaştırmalar yanıltıcı bir iyimserlik yaratacaktır. Yılın geri kalan döneminde bu noktaya dikkat etmeliyiz. Özellikle ikinci çeyrekte yıllık büyüme yüzde 15-20 civarında gelse de şu anki öncü göstergeler ışığında bir önceki çeyreğe göre daralma gelirse şaşırmamak lazım.
Büyümenin altında yatan faktörler
Türkiye 2020 yılında pozitif büyüme kaydeden nadir ülkelerden biri oldu. O noktada pek çok iktisatçı bu şekilde elde edilen büyümenin sürdürülebilir olmayacağını, bu şartlarda gelen büyümenin önemli bir bedeli olacağını, gelecekte daha yavaş büyümeye hatta daha derin bir krize sebep olacağını ifade etmişti. Peki bu bedeli ödemeye başladık mı?
2020 yılında yapılan politika hatalarının ilk bedeli pandemi ortasında sıkı para politikasına geçmekle ödendi. Son hızla giden ve direksiyon hakimiyetini kaybetmeye başladığınız bir araç düşünün. Bu araca ani fren yaptıramazsınız. Naci Ağbal’ın Kasım 2020’da devraldığı Merkez Bankası da kademeli faiz artışları ile Mart 2021’e kadar faizleri 875 puan artırmak zorunda kaldı. Yani kontrollü olarak hız kesildi. Öte yandan aracın önceki hızı o kadar yüksekti ki bu faiz artırımlarına rağmen 2021 birinci çeyreğindeki kredi büyümesi yüzde 25’lerden ancak yüzde 20’lere indi. Birinci çeyrekte, bir önceki çeyreğe göre yüzde 1.6 büyüyen yatırım kalemi bu bol kredi döneminin bir yansıması.
Kur etkisi
Peki hiç faiz artırmasaydık ilk çeyrekte daha hızlı büyümez miydik? Muhtemelen hayır. Türkiye ekonomisinin frene basması krizi engelleme amaçlı bir zaruretten kaynaklandı. Eğer frene basılmasaydı kur üzerindeki baskılar giderilemeyecek, bu durum olası şirket iflasları ve ödemeler dengesi krizini beraberinde getirecekti. Yani aracın takla atıp yoldan çıkma olasılığı yüksekti. Dolayısıyla ekonomiyi soğutucu adımlar atmak aslında aracın yoldan çıkmasını engelleyerek yoluna devam etmesini sağlayan, büyüme yaratan bir adım oldu. Bu dönemde faiz artırımı yapılması, büyümeyi daraltmak şöyle dursun bilakis destekleyen ve literatürde “genişlemeci sıkılaştırma” politikasına örnek teşkil eden bir uygulama oldu.
Büyük bir hata yapıyorsanız bu hatadan geri adım atmak olumlu ve büyümeyi destekleyici bir adımdır. Bizim için de böyle oldu. Politika faizi artarken tahvil faizleri ona paralel yükselmedi. Kurun istikrar kazanması üretim için ara malı ithalatını kolaylaştırdı. Bu da ithal ara malına dayalı üretim yapan ülkemizde sanayiye katkı verdi. Büyümenin alt bileşenlerine baktığımızda imalat sanayiindeki çeyreklik yüzde 4,7 ve inşaattaki yüzde 13.4’lük büyümede ucuz krediler kadar kur sağlanan istikrarın da önemli bir rolü var.
Bu dönemdeki faiz artışlarının sonunda kur önceki çeyrekteki 8 seviyelerinden birinci çeyrek ortalaması 7.27’e düştü. Yani Dolar bazında satın alma gücümüz açısıdan yüzde 10’luk bir artış söz konusu oldu.
Dış sektör
Birinci çeyrek, ticaret ortaklarımızın da pandemi ile boğuştuğu ve dış talebin zayıf kaldığı bir dönemdi. Bu dönemde ihracat önceki çeyreğe göre yüzde 2,3 daraldı. Ancak ithalatın daha fazla daralması sonucunda dış sektörün net etkisi pozitif oldu. İlk bakışta ithalattaki bu daralma şaşırtıcı gelebilir. Çünkü imalat sanayiinde ya da makine ve teçhizat kalemlerinde kayda değer artışların olduğu bir ortamda bunların üretimi için kullanılan ara malı ithalatında da artış beklenir. Kafamdaki bu soruyu yönelttiğimde Murat Üçer ithalattaki azalmanın kısmen altın ithalatındaki düşüşü kısmen de ithal ikamesini yansıtabileceğini not etti.
Genel bir değerlendirme
Birinci çeyrek genelinde büyümeyi değerlendirdiğimizde manşet rakamın altında yatan sektörel dağılımın oldukça eşitsiz olduğunu ve tabana yayılan genel bir büyümeden bahsedilemeyeceğini görüyoruz. İhracat yapan sektörler büyürken önemli bir istihdam kaynağı olan hizmetler sektörünün büyümeden nasiplenemediğini tespit ediyoruz. Senelik bazda hizmetler sektöründe görülen yüzde 5,9’luk büyüme ise kısmen geçen sene Mart ayında yürürlüğe giren sıkı kapanma kararlarının baz etkisini yansıtıyor olabilir. Pandemiden etkilenen sektörlere yapılan kaynak aktarımlarını karşılaştırdığımızda doğrudan kaynak aktarımı konusunda Türkiye’nin Meksika ve Mısır’dan sonra en az kaynak aktarımı yapan ülke olduğunu görüyoruz.
Büyümeyi neden hissedemiyoruz?
Senelik bazda yüzde 7’lik bir büyümeyi hissedemememiz, geçmiş hatalarımızın bizi aşağı çekmesinden kaynaklanıyor.
1) Enflasyon pahasına gelen büyüme refah getirmiyor. Gelirimizin enflasyona endekslenmediği bir ortamda reel getiri eriyor.
2) Salt faizleri düşürüp kredi talebini artırarak değil, aktif rasyosu gibi cezalarla bankaların kredi vermeye zorlanması, normal şartlarda verilmek istenmeyecek kredilerin verilmesi ve yeniden yapılandırılması, geleceğe yönelik riskleri artırıyor. Bu artan risk, borçlanma maliyetini artırırken yabancı sermayeyi kaçırıyor. Söz konusu krediler üretken yatırımlara dönüşmeyip borcu borçla çevirmekle sınırlı kaldığında bunun istihdama yansıması olmuyor.
3) 2015 sonrası dönemde büyüme istihdam yaratan sektörlere değil katma değeri nispeten daha düşük sektörlere odaklanıyor.
Büyümede amaç daha büyük bir pasta üretip bu pastadan herkese daha büyük bir dilim vermektir. Eşitlikçi bir büyüme uzun vadeye odaklanarak, kaynakları etkin kullanarak, üretkenliği odak noktası yaparak mümkün olur. Ancak pandemi döneminde plansız bir büyüme sonucu sadece krediye erişimi olan ve ihracat pazarına sahip seçilmiş grupların pastadan aldığı dilimin büyüdüğünü gözlemliyoruz. Öte yandan, bu dönemde iş imkanları yok olan, ilave olarak yükselen kur ve enflasyonun etkisiyle tabağındaki pastanın büyümesi şöyle dursun her gün biraz daha küçüldüğünü gözlemleyen büyük bir çoğunluk var. Bu durum, Dünya Bankası’nın son Türkiye Gözlem Raporu’nda belirtildiği üzere yoksulluk artışını beraberinde getiriyor.
Yolun bundan sonrası?
2010 sonrası global rüzgar hep arkamızdan esti. Önce 2007-2009 krizi, arkasından pandemi derken ABD Merkez Bankası’nın (Fed) bilançosu 8 trilyon dolar’a ulaştı. Bol para dönemi politik hataların daha çabuk affedilmesine, kısa vadeli sermaye girişleri ile büyümenin daha rahat finanse edilebilmesine imkan sağladı. Ancak artık rüzgarın ters yönde estiği bir döneme giriyoruz. ABD tahvil faizleri yükseldikçe bu zamana kadar tolere edilen politika hataları daha çabuk gün yüzüne çıkacak, ödenecek ekonomik maliyet daha yüksek olacaktır. İşte bu noktada geçmişteki hatalardan ders alıp uzun vadeli büyüme odaklı politikalara geçilmesi gerekiyor. Bu tür bir bakış açısının sonuçlarını hem kısa vadede ama esas uzun vadede alabiliriz.
2021 yılının geri kalan döneminde, güçlenen dış talebe içerideki aşılanmaların getireceği normalleşme de eklenirse güçlü baz etkilerini de arkamıza alarak yüzde 6’leri aşacak bir senelik büyüme yakalayabiliriz. Öte yandan politika yapıcılar kredilerde ayağımızın frende olduğunu not ediyorlar ki bu durum çeyreklik bazda momentum kaybının devam edeceğine işaret ediyor. Nisan ve Mayıs aylarında gelen öncü göstergeler de bu sinyallerle örtüşüyor. Fed’in sıkılaşma sinyalleri ile birlikte kurda oluşan yukarı yönlü risklere, enflasyonist baskılara karşı kararlı duruş gösteremeyen bir merkez bankası eklenirse büyümede aşağı yönlü riskleri artıracaktır. Aşılama takviminde bir yavaşlama gelirse bu şüphesiz en büyük olumsuzluk olur.