Erdoğan-Biden görüşmesine doğru Türk-Amerikan ilişkilerinin son durumu, bana, William Shakespeare’in “Hamlet”e, oyunun üçüncü perdesinde söylettiği “Olmak ya da olmamak – işte mesele bu” tiradını hatırlatıyor.
İnsanın ölüme dair tereddütlerini özetleyen bu tiradın, iki hafta sonra Amerika ile yaşayacağımız yüzleşmeyi yönetmenin güçlüğünü çok iyi tarif ettiğini düşünüyorum. Aslında, bu güçlük her iki taraf için de geçerli. Ancak, başarısızlığın maliyeti, hiç kuşkusuz, Türkiye için çok daha ağır.
ABD tarafı, geçen hafta Bakan Antony Blinken’dan sonra gelen en üst siyasi yetkilisini Türkiye’ye gönderdi. Dışişleri Bakan Yardımcısı Wendy Sherman, Türkiye’de yaptığı görüşmeler ve katıldığı etkinlikler çerçevesinde, ABD’nin, iki hafta sonra gerçekleşecek Erdoğan-Biden görüşmesinde ele alınması beklenen konulara dair görüş ve yaklaşımlarını açıkça ortaya koydu.
Örneğin, ikili ilişkilerin önündeki en önemli engelin S400’ler olduğunu vurguladı. Bunun NATO bakımından da sorun teşkil ettiğini dile getirdi. İnsan hakları, demokrasi, özgürlükler ve hukukun üstünlüğü konularına önem ve öncelik atfettiklerinin altını çizdi. ABD’nin bu konudaki endişelerinin ticari ve ekonomik ilişkiler bakımından da önem taşıdığına işaret etti. İş dünyasının hukuki güvence ve öngörülebilirliğe önem verdiklerini söyledi. Türkiye’nin, İstanbul sözleşmesinden çekilmesinden duydukları hayal kırıklığına dikkati çekti. Kısacası, liderler görüşmesinde ele alınmasını öngördükleri bütün konulara ilişkin görüş ve yaklaşımlarını, doğrudan muhataplarına ve katıldığı etkinlikler yoluyla Türk kamuoyuna anlattı. Neticede, Washington’un ABD Başkanı Joe Biden ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasında 14 Haziran’da Brüksel’deyapılması planlanan görüşmeden ne beklediğine dair fikir sahibi olabildik.
Çelişkili sözler, tutumlar
Türk tarafında da bu ziyaretin öneminin nihayet kavranabildiğine ilişkin bazı işaretler görülüyor. Her ne kadar, Sherman’a, sıradan bir ziyaretçi muamelesi yapıldığı izlenimi yaratıldıysa da kapalı kapılar ardında çok farklı bir tutum benimsendiğini anlıyoruz. İki ülke arasındaki sorunların giderilmesine yönelik içerikli ve anlamlı mesajlar verildiğine dair somut bir habere rastlamamış olsak da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, ABD’li küresel şirketlerin yöneticileriyle geçen hafta başında yaptığı görüşmede; “Sayın Biden ile NATO zirvesinde gerçekleştireceğimiz görüşmenin yeni dönemin habercisi olacağına inanıyorum” şeklindeki ifadeleri dikkat çekiyor. Bu sözlerin, Erdoğan’ın, geçen ay ortasında, Biden’e yönelik televizyonda yayınlanan, “kanlı ellerinizle tarih yazıyorsunuz. Bizi bunu söylemeye zorladın. Geri adım atamayız” şeklindeki sert ifadeleriyle çelişkisi elbette gözden kaçmadı. Hele TRT’deki son söyleşisinde, Biden görüşmesine ilişkin olarak dile getirdiği sözler, Erdoğan’ın, Türk-Amerikan ilişkilerinin kişisel değil kurumsal zeminde yürütülmesi gerekliliği konusunda ABD tarafında mevcut iradeyi hiç umursamadığını ve benimsemek istemediğini gösteriyor. Erdoğan, Trump döneminde olduğu gibi, ilişkileri kişisel zeminde yürütmek ve yönetmek konusundaki ısrarından bir türlü vazgeçmiyor.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun, Atina’da ziyaretini izleyen Türk gazetecilere hitaben “ABD’nin Türkiye ile yakın çalışma arzusu var” sözünü de bir nevi açılım olarak bu çerçevede kaydetmek gerekiyor. Çavuşoğlu, iç kamuoyunun hassasiyeti bakımından, Türkiye’nin arzusunu Amerika üzerinden vurgulamaya özen göstermişse de bu ifade Türk tarafının, ABD ile ilişkileri tamir etmek konusunda daha fazla istekli olduğuna işaret ediyor. Ancak, Erdoğan’ın son açıklamalarının, Çavuşoğlu’nun gayretlerini büyük ölçüde akim bıraktığını da not etmekte yarar var.
ABD’den ziyaretler sıklaşıyor
Wendy Sherman’ın ziyaretinin, Türkiye’nin, özellikle demokrasi, hukukun üstünlüğü, laiklik gibi konularda ürkütücü bir gündeme sahip olduğu bir döneme rastladığı da unutulmamalı. Ziyaret, örneğin, bir mafya liderinin iddialarıyla siyasetin sarsıldığı, muhalefet liderine yönelik tehditkâr ifadelerin kamuoyunda geniş yankı bulduğu ve Belarus’un adeta bir hava korsanlığını çağrıştıran hareketi ile ilgili olarak Türkiye’nin NATO’da karşı oy kullandığı bir zaman diliminde cereyan etti. Sherman, bütün bu gelişmelere ilk elden şahit oldu.
Oysa, Sherman’ın ziyareti büyük bir fırsattı. Brüksel’de yapılacak liderler görüşmesinin zeminini hazırlamak bakımından bu fırsatın doğru şekilde kullanıldığını düşünmüyorum. Türk tarafı, çoğu zaman yaptığı gibi, adeta kendi kendisiyle müzakere edermiş gibi davrandı. Kendi söyledi, kendi dinledi. Kamuoyunu hazırlamak bakımından hemen hiçbir şey yapmadı. Amerikan karşıtlığıyla bilinen çevrelerden gelen hamasi eleştirileri dengelemek için de herhangi bir çaba göstermedi.
Bu hafta, Amerika’dan yeni bir ziyaretçimiz var. ABD’nin BM nezdindeki Daimi Temsilcisi Linda Thomas-Greenfield, Türkiye’de, Suriye meselesi ve mülteciler odaklı temaslarda bulunacak. Greenfield, ABD’nin BM Daimi Temsilcileri, aynı zamanda kabine üyesidir ve dış politikanın belirlenmesinde önemli ağırlığa sahiptir. Bu bağlamda, umarım, Greenfield’ın ziyareti, doğru yönetilir ve ikili ilişkilerde mevcut sıkıntıların aşılması istikametinde somut adımların atılmasına vesile oluşturur.
İç ve dış zorluklarıyla Biden
ABD ile ilişkilerimiz tarihi bir dönemeçte. İlişkilerde büyük bir kırılma yaşanması riski bulunuyor. Bunun engellenmesi sadece kendi doğrularımızı önceleyerek mümkün olmayacak. Biden, partisi içinde mutlak hakimiyete sahip değil. Parti içindeki bir koalisyonun desteğine muhtaç. Birçok konuda bu koalisyonu oluşturan grupları tatmin etmek zorunda. Örneğin, partisi içindeki aktivist grupların ve özellikle de Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Menendez’in Filistin-İsrail ihtilafının çözümü konusunda kendisine yönelttiği ağır eleştirileri yönetmekte çok zorlandı. Ayrıca, Kongre’de, partisi lehine olan denge bıçak sırtında. Ara seçimlere de iki yıldan az bir zaman kaldı. Biden, Demokratların lehine olan bu dengeyi, her ne pahasına olursa olsun, muhafaza etmek zorunda. Pandemiden zarar gören halka yardım amacıyla yasalaştırmak istediği 6 trilyon dolarlık yardım paketini Kongre’den geçirmek için de desteğe ihtiyacı var. Ezcümle, iç ve dış politikada manevra alanı bulunduğu söylenemez.
Bu arada, Biden Yönetimi, uluslararası güç dengelerini de yeniden kurgulamak peşinde. Çin ve Rusya aksını kırmak ve bu ülkelerin dünya siyasetinde ağırlık kazanmasının önüne geçmek istiyor. Özellikle, Çin ekonomisinin güçlenmesine gem vurmaya çaba gösteriyor. NATO bünyesinde hasım olarak belirlenmesini sağladığı Rusya’nın otokratik politikalarına karşı çıkıyor. Demokrasi, insan hakları, temel özgürlükler ve hukukun üstünlüğü gibi konulara saygı gösterilmesine dış ilişkilerinde önem ve öncelik veriyor.
Dış politikada gergin tablo
Ne yazık ki, bütün bunlar Türkiye’nin iç ve dış politikasında gereğince gözetilen konular değil. Özellikle, demokrasi ve özgürlükler alanında Türkiye’nin herhangi bir inandırıcılığı kalmamış durumda. Örneğin, Yunanistan’a, Batı Trakya Türk azınlığı hakkındaki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uyma çağrısında bulunan Türkiye, aynı mahkemenin kendisiyle ilgili kararlarını uygulamaya yanaşmıyor.
Diğer taraftan, ideolojik ve sert güce dayalı dış politikası yüzünden, Türkiye, dostları ve müttefikleri nezdinde giderek daha fazla güven kaybına uğruyor. An itibariyle, Türkiye’nin dış politikası üzücü bir manzara sergiliyor. AB ile ilişkilerimizde belirgin bir durgunluk yaşıyoruz. Yunanistan, Fransa ve Almanya ile ilişkilerimiz gergin. İsrail ve Mısır’da hâlâ Büyükelçimiz yok. Bu iki ülkeyle ilişkilerimizi normalleştirme çabalarımız da akamete uğramış durumda. Rusya, daha çok kısa bir zaman önce, biri Ukrayna’ya İHA satışlarımız, diğeri Kırım konusunda yaptığımız açıklama yüzünden, iki defa bize sert uyarıda bulundu.
Biden-Erdoğan görüşmesine, Türkiye’nin iç ve dış politikasında yaşanan görülmemiş bu savrulma ve ne yaptığını bilemezlik ortamında gidiyoruz. Bu şartlar altında, görüşmeden ilişkilerin önünü açacak birtakım sonuçlar elde edilmesini beklemek pek gerçekçi görünmüyor. Şayet, birbirlerini iyi tanıyan iki liderin aralarında, Trump-Erdoğan ilişkisine benzer özel bir yakınlaşma sağlayarak, sorunları aşabilecekleri düşünülüyorsa ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konudaki arzusunu daha dün kuvvetle vurguladı, yukarıda belirttiğim nedenlerle, bunun da mümkün olmadığının anlaşılması gerekir. Ayrıca, Erdoğan’ın Biden görüşmesinden somut sonuçlar alınamadan ayrılması halinde, bunun, zaten ciddi sıkıntılar içinde olan ve kırılganlıkla karşı karşıya bulunan Türk ekonomisine ilave maliyet getireceği de göz önünde bulundurulmalıdır. Nitekim, piyasalar, şimdiden Brüksel’deki görüşmenin sonuçlarına endekslenmiş durumda.
Önümüzdeki iki kritik hafta
Türkiye ile ABD arasındaki ilişkileri rayına oturtmak amacıyla anlamlı müzakerelere başlanmasının yegâne yolunun, S400 meselesine bir çözüm bulunmasından geçtiğini düşünüyorum. Nitekim, Wendy Sherman bu meselenin kilit olduğunu açıkça ifade etti. Aksi takdirde, zaten sınırlı zaman diliminde gerçekleşecek görüşme, iki liderin birlikte fotoğraf vererek, nezaket sözleri teati etmelerinden öteye gitmez.
Somut ilerleme sağlanamadığı takdirde de mevcut yalnızlığımız iyice derinleşir. Son olarak, Filistin-İsrail ihtilafı bağlamında sergilediğimiz çaresizlik, buna en iyi örnektir. Nitekim, bu çerçevede yaptığımız, boş ve anlamsız, sadece iç kamuoyunu tatmine yönelik önerilere, kulak veren olmadı. Adeta yok farz edildik.
Önümüzde tam iki hafta var. Zaman kaybetmeden, Kongre de dahil olmak üzere, hazırlık temaslarını yoğunlaştırarak, sürdürmeli ve müzakere pozisyonumuz hakkında muhataplarımızı aydınlatmalıyız. Görüşmeye, bilinen tutumumuzu ve yaklaşımımızı ısrarla tekrarlamak üzere değil, yaratıcı ve yapıcı önerilerle gitmeliyiz. Çelişkili ve tutarsız açıklamalardan kaçınmaya da özen göstermeliyiz. Zira, bu görüşme, ABD ile ilişkilerimiz açısından, tıpkı Hamlet’in tiradındaki “olmak ya da olmamak” çizgisinde cereyan edecek ve bizim açımızdan belki de son fırsat olacak.