Türk Silahlı Kuvvetlerinin yeni bir sınır ötesi harekâtının daha işaretleri verilirken, Suriye’de giderek derinleşen krizin Türkiye için maliyeti her geçen gün artıyor. Sorunun çözümü konusunda ise ufukta bir ümit ışığı gözükmüyor. Bundan birkaç yıl önce okuduğum bir BM raporunda, Suriye’nin, iç savaş öncesindeki fert başına milli gelir seviyesine ulaşabilmesi için, ülkede yeniden barış sağlanmasından itibaren 30 yıl geçmesi gerektiği belirtiliyordu. Rapordaki somut verilere dayanan bu değerlendirme beni çok üzmüş ve ürkütmüştü. Zira, veriler Suriye meselesinin yükünü çok uzun yıllar sırtımızda taşıyacağımızı ortaya koyuyordu. Bugün içinde bulunduğumuz durum, ne yazık ki raporda yazılanlardan da endişe verici bir geleceğe ilişkin emareler barındırıyor.
Peki, bir ara Suriye ile aramızda su sızmazken, çok kısa bir zaman zarfında nasıl ve neden düşman komşular haline geldik? Kriz patlak verdiğinde meseleyi nasıl yöneteceğimize dair somut bir siyasi planımız, programımız ve bir çıkış stratejimiz var mıydı? Meselenin, zaman içinde, özellikle Türkiye açısından vahim boyutlara ulaşma riskini barındırdığı hiç düşünülmemiş miydi? En önemlisi, Suriye meselesine müdahil olma uğruna Cumhuriyet tarihi boyunca özenle korumaya çalıştığımız akılcı ve gerçekçi dış politikadan uzaklaşmamıza değer miydi?
Suriye krizinin başlangıcı ve gelişimi
Suriye’de rejim karşıtı gösteriler ülkenin güneyindeki Dera ilindeki bir grup öğrencinin, okul duvarına, “Ey doktor (Devlet Başkanı Beşar Esad’ı kastederek) şimdi sıra sana geldi” sloganını yazmasıyla 15 Mart 2011’de başladı ve kısa zamanda ülke sathına yayılarak, halk ayaklanmasına, bir süre sonra da iç savaşa dönüştü.
O günlerde, ülkemizi Washington’da temsil etmekteydim. Büyükelçilik görevimin sona erdiği 2014 yılı Mart ayına kadar da, Hükümetimizin Suriye konusunda ABD makamları ile yürüttüğü birçok kritik görüşmede hazır bulundum.
Daha iç savaşın yoğun şekilde devam ettiği 2012 ilkbahar aylarında, Suriye meselesinin, Türkiye için büyük bir maliyet oluşturacağı açıkça görülmekteydi. Büyükelçiliğimizin bu istikametteki değerlendirmelerini ve uyarılarını merkeze rapor halinde gönderdiğimizi, bu çerçevede Suriye’nin Türkiye’ye mücavir bölgelerinin “Afganistan’a dönüşme riskinin bulunduğunu” vurguladığımızı çok iyi hatırlıyorum.
Ancak, o dönemde Türkiye’de çok farklı beklentiler vardı. Sadece Washington’dan değil, birçok önemli dış temsilciliğimizden gelen benzer uyarılara aldırış edilmiyordu. Zira, Hükümet arka bahçesi olarak gördüğü Suriye’de kendine müzahir Sünni bir yönetim oluşturabileceği düşüncesindeydi. Her ne kadar, meseleye terör bağlamında güvenlik kaygılarıyla yaklaştığını öne sürüyorsa da, aslında Hükümetin politikalarına ideolojik bir bakış açısı hâkimdi.
Sünni coğrafyada etki fırsatı sanıldı
Türkiye, Suriye’deki başkaldırıyı kendisi için bir fırsat sandı. Bunun, Suriye başta olmak üzere Ortadoğu ve Kuzey Afrika sahili boyunca uzanan Sünni Arap coğrafyasında kendisine hegemonya imkânı yaratabileceği zannına kapıldı. Üstelik, böyle bir yaklaşım, hem milliyetçi ve popülist politikalarına zemin kazandırıyor hem ülke içinde kendisine müzahir siyasi kitlenin hamasi söylemlerle konsolide edilmesini sağlıyordu. Sünni âlemine liderlik hayali içindeki Hükümet etnik ve mezhepsel fay hatlarıyla dolu, aslında pek de bilmediği bir bölgede el yordamıyla, adeta zücaciye dükkanındaki fil gibi ilerlemekte beis görmedi.
Nitekim, bu yanlış politikası yüzünden, Türkiye, iç savaşın patlak verdiği ilk günlerden itibaren, Suriye’de yatıştırıcı ve dengeleyici değil, taraf olucu bir tutum izledi. Terör örgütlerine karşı da ayrımsız davranamadı. Çıkarlarına hizmet eden eli silahlı militanları benden olanlar şeklinde tasnif etmekten çekinmedi. Hatta, kendisinden yana addettiği muhalif grupları eğitti, donattı ve onlara topraklarını açtı.
En önemlisi, Türkiye’de hükümet Suriye meselesinde kendini adeta bilerek çıkmaza soktu. Dışişleri Bakanlığı, Genelkurmay ve MİT gibi devlet kurumlarının haklı uyarılarına ve telkinlerine kulak verilmedi. Oysa, herhangi bir çıkış stratejisi olmadan Suriye’de askeri müdahalede bulunmanın riskleri ve sakıncaları, sözü edilen devlet kurumlarınca Hükümete bildirilmişti.
Suriye’nin Türkiye için bir bataklığa dönüştüğü, benim emekliliğimi istediğim 2014 yılında gün gibi aşikârdı. Meselenin, Türkiye’nin tek başına yönetemeyeceği boyutlara ulaştığını dost düşman herkes biliyordu. Ancak, Hükümet ısrarla hayâl peşinde koşmayı sürdürdü. Çünkü, kendisi için bütün çıkış yollarının kapandığını bir türlü kabullenmek istemiyordu.
ABD ve Rusya krize dahil olunca
2014’ün Haziran ayında Irak’ın en büyük şehirlerinden Musul’u ele geçiren IŞİD, Türkiye sınırındaki PYD/YPG bölgelerinin bir kısmını ve bu meyanda Kobani kasabasını da kuşattı. ABD Başkanı Barack Obama, 19 Ekim’de Başbakan Tayyip Erdoğan’ı arayarak, YPG’ye doğrudan silah yardımı yapacağını söyledi ve yardımlar başladı. Türkiye’nin Suriye politikasında en önemli hatası, kanaatimce Suriye’de PKK kontrolünde Kürt devleti fobisi yüzünden Kobani kuşatması sırasında sergilediği ikircikli tutumdur. Bu yüzden, Türkiye Suriye’deki Kürtleri adeta ABD’nin kucağına itmiş oldu.
Ardından, Rusya’nın Eylül 2015’in sonunda savaşa katılması neticesinde, iç savaşın seyrinin rejimin lehine çevrilmesiyle de Suriye politikamız tam anlamıyla çıkmaza girdi. Zira, iç siyasette yaşanan ciddi istikrarsızlığı takiben, 1 Kasım 2015 tarihinde yapılan erken seçimleri kazanmanın yarattığı özgüven, Hükümeti bir nevi ölçüsüzlüğe itti. 24 Kasım 2015 tarihinde Rusya Hava Kuvvetleri’ne ait Su-24 tipi uçağın sınır ihlali gerçekleştirmesinden dolayı Türk F-16’larınca düşürülmesi Rusya’nın büyük tepkisine yol açınca, Türkiye misilleme korkusuyla derhal NATO’dan güvence talep etmek durumunda kaldı. Bu noktada, ABD’nin Türkiye lehine ağırlık koymasıyla, gereken ittifak güvencesi sağlanabildi.
Ancak, Türkiye ile Rusya arasındaki gerginlik çok geçmeden Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından 2016 Haziran ayı sonunda Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e gönderilen özür mektubu ile sona erdi. Erdoğan 15 Temmuz darbe girişiminin hemen ardından ilk yurt dışı seyahatini Rusya’ya yaparak, St Petersburg’da Putin ile görüştü. Artık, Erdoğan ve Putin’in arasından su sızmıyordu. İki lider, fırsat buldukça baş başa görüşmeler yapıyor ve özellikle Suriye politikalarını koordine ediyorlardı.
2018 yılında yapılan seçimler sonucunda Türkiye’nin, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine” geçmesi üzerine bütün kararlar tek kişi tarafından alınmaya başladı. İç ve dış politikada kurumların işlevi giderek azaldı. Türkiye her geçen gün biraz daha yalnızlaştı. Komşuları, dost ve müttefikleri Türkiye’nin yanından uzaklaştı.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, S-400 ve F-35
İşte, tam bu sırada, Türkiye, Rusya ile ABD’yi birbirine karşı oynamaya başladı. Suriye’nin Batı ucundaki İdlip’te başı sıkıştığında ABD’ye, YPG/PKK meselesi ile karşı karşıya kaldığında Rusya’ya göz kırptı. Tabiatıyla, Türkiye bu şekilde devlet kapasitesini zorlayan işlere kalkışınca dış politikasında görülmemiş bir savrulma ortaya çıktı. Hem ABD hem Rusya ile ilişkileri ciddi zemin kaybına uğradı.
Örneğin, anlık bir tepkiyle düşürdüğü Rus uçağının diyetini Rusya’dan S-400 füzesi alarak ödemek zorunda kaldı. Bu yüzden de ortağı olduğu beşinci nesil F-35 uçak üretim projesinden ABD tarafından ihraç edildi. Üstelik, CAATSA yasası çerçevesinde ilâve ABD yaptırımlarına maruz kalarak, savunma sanayii alanında ciddi kayıplara uğradı. NATO üyesi müttefikleri nezdinde de gereksiz yere güven kaybı yarattı. Bütün bunların telâfisinin yıllar alacağı kuşkusuzdur.
Sadece Suriye meselesinde değil, diğer dış konularda da Türkiye’nin ne yapmak istediğini artık pek kimse anlayamıyor. Türkiye, net bir vizyonu olan ülke olarak görülmüyor. Ekonomik bakımdan da sıkışmış durumda; dışarıdan beklenen yatırımlar gelmiyor. Başta İsrail ve Mısır olmak üzere, aramızın bozuk olduğu ülkelerle ilişkilerimizi düzeltmek amacıyla yaptığımız girişimlerden bir türlü sonuç alamıyoruz.
Bu çerçevede hükümet, bu yılın başından itibaren kavgacı ve çatışmacı politikaları terk etme arayışına girdi. Söylemler nispeten yumuşatıldı, beden dili değiştirildi ama istenen sonuç bir türlü alınamıyor. Zira, uluslararası ilişkilerde güven duygusu bir kere kaybolunca, tekrar yerine getirilmesi maalesef uzun zaman alıyor.
Taliban ile görüşülüyorsa, Esad ile de görüşülebilir
Türkiye, içinde bulunduğu sıkışmışlıktan kurtulabilir mi? Bu soruya olumlu cevap vermek hiç de kolay değil. İlk bakışta çıkış yolu Suriye rejimi ile doğrudan temas kurmak gibi görünüyor. Ancak, bunun iç politikada getireceği ağır maliyeti Hükümet üstlenmeye cesaret edemiyor. Bunun yerine, Suriye meselesini, yeni bir askeri operasyon başlatma tehdidinde bulunmak suretiyle, tabanını konsolide etmek için kullanmaya çabalıyor. Arap aleminin dahi Suriye’ye yönelik politikalarını büyük ölçüde yumuşattığı, ABD’nin de yumuşama sinyalleri verdiği bir dönemde Türkiye’nin Suriye’ye katı tutumunda kararlı görünmesine dışarıdan bakanlar anlam veremiyor.
Esad’ın ülkesini büyük felâkete sürüklediğini ve binlerce masum insanın hayatını kaybetmesine yol açtığını görmezden gelmek mümkün değil. Ancak, Türkiye’nin yüksek menfaatlerinin her türlü siyasi değerlendirmenin önünde geldiğini de kabul etmemiz gerekiyor.
Nitekim, aynı Esad gibi binlerce masum insanın ölümünden sorumlu olan ve çağdışı zihniyete sahip Taliban ile masaya oturmaktan çekinilmiyorsa, Suriye rejimi ile de görüşülmesi pek âlâ mümkündür.
Öyle ki, Hükümet, Türkiye’nin çıkarları gerektirdiği için, üyelerinden birçoğu teröre destek verdikleri gerekçesiyle BM’nin yaptırım listesinde bulunan Taliban heyetini Ankara’da resmî protokolle ağırlamaktan çekinmedi. Hatta, Taliban ile görüşen heyetimize bizzat Dışişleri Bakanı başkanlık etti. Kısacası, çıkarlarımız gerektirdiği için, dış politikamızda akılcı ve öngörülebilir olmaktan dahi taviz verebildik.
Ne yapmalı, nasıl çıkmalı?
Kendi halkı ve yurt dışındaki muhatapları nezdinde güven oluşturamazsa, Türkiye’nin içinde bulunduğu cendereden kurtulması çok zordur. Türkiye’nin, bir an önce, halkının refah ve mutluluğunun teminat altına alınmasına odaklanması, kavgacı ve çatışmacı politikaları terk etmesi ve bundan on yıl kadar öncesine kadar olduğu gibi, yumuşak güce öncelik veren bir politikaya dönmesinde zaruret vardır.
Türkiye, akılcı ve uluslararası sisteme uygun davranmalıdır. Dost ve müttefikleri başta olmak üzere, uluslararası camia, Türkiye’den, tereddüde mahal bırakmayacak şekilde pozisyonunu belirlemesini bekliyor. Türkiye’nin yeri Batı’dır. ABD’nin, Rusya ve Çin’i açıkça hasım olarak belirlediği ve yeni nesil soğuk savaşın ayak seslerinin duyulmakta olduğu bir dönemde Türkiye’nin muhataplarına bu istikamette güven vermesi dostlarından güven bulmasını da sağlayacaktır.