Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 23 Ekim’de 10 batılı büyükelçiyi istenmeyen kişi (persona non grata) sayarak sınır dışı etmek için Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’na talimat verdiğini söylemesinin ciddi sonuçları olacağı görülüyor.
Bunu anlamak için ne diplomasi ne de ekonomi dehası olmak gerekiyor. Erdoğan’ın Osman Kavala’nın serbest bırakılması için ortak açıklama yayınlayan ABD, Almanya, Fransa, Hollanda, İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya, Kanada ve Yeni Zelanda büyükelçilerinin sınır dışı edilmesini istemiş olması dahi muhtemel sonuçları hakkında yeterince fikir verebilir. Bu ülkelerden ABD, Almanya, Fransa, Hollanda, Norveç, Danimarka ve Kanada Türkiye’nin Batı savunma ittifakı NATO’daki ortakları. Almanya, Hollanda, Fransa, İsveç, Danimarka, Finlandiya Avrupa Birliği üyeleri.
Uluslararası ilişkiler tarihinde bir ülkenin ittifak ve ortaklık ilişkileri içinde bulunduğu bu kadar sayıda ülke büyükelçisini topluca istenmeyen kişi ilan edip sınır dışı etmesinin pek örneği yok. Öte yandan bu kadar ülkenin ittifak ve ortaklık ilişkisi içindeki bir ülkeye böyle topluca çıkış yapmasının da pek örneği yok. Birkaç gün içinde hızlıca verilmiş bir karar olduğu bilgisi var; hatta bazı batılı büyükelçi ve iki numaraları Ankara’da olmadığı için ulaşılamamış. Ulaşılan bazıları bunun sonuç getirmeyeceği, hatta Kavala’nın aleyhine olacağı gerekçesiyle, bazıları da daha ılımlı diplomasi gerektiğini söyleyerek imza vermemiş. Şu ana dek elde ettiğim bilgiler bu fikrin ABD büyükelçiliğinden çıkmamış olduğu.
Erdoğan’ın “Bize talimat veremezsiniz” çıkışı bu öfkesi yansıtıyor. “Anlamayan terk eder” sözleri ise “Vur deyince öldürmek” ve “Öfkeyle kalkan zararla oturur” deyimlerini. Erdoğan meseleyi “Siz kim oluyorsunuz” duruşuna bağlasa da insanın aklına Mustafa Kemal Atatürk’ün İstiklal Savaşının ortasında dahi işgalci güçlerle diplomasiyi kesmemiş olması geliyor.
Amacı dikkatleri üzerine çekmek mi?
Erdoğan’ın hamlesine karşı diplomatik hareketlilik başladı. ABD Dışişleri Türkiye’den “durumun açıklığa kavuşturulmasını” istemiş. Almanya Dışişleri “diğer dokuz ülkeyle” temas halinde olduklarını söylemiş. Kuzey ülkeleri büyükelçilerinin bu tutumu hak etmediği tepkisini vermiş. Hafta başında daha net bir tablo ortaya çıkacaktır.
Benim ilgimi çeken Avrupa siyasetinin perde arkasındaki simalarından Wolfgang Ischinger’in tepkisi oldu. Siyasetin Davos’u sayılan Münih Güvenlik Konferansının Başkanı olan Ischinger, dün gece Twitter üzerinden, AB ülkelerinin de “dayanışma gösterip” ülkelerindeki Türkiye büyükelçilerini istenmeyen kişi ilan etmelerini önerdi. Ancak bundan sekiz saat sonra, gecenin geç vakitlerinde “Yeniden düşününce”, işler “sessiz diplomasi” ile halledilemezse bu mütekabiliyet (karşılıklılık) silahını elde tutmanın daha iyi olabileceğini yazdı.
Birincisi, Türk büyükelçilerinin de bu on ülkeden sınır dışı edilmesi Erdoğan’ın işine dahi gelebilir. Böylelikle iç siyasette dikkatleri ekonominin kötü durumundan “yedi düvele karşı tek başına” durduğu propagandasına çekebilir. (CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ı bu yolla “mahvettiği ekonomiye suni gerekçe” aramakla suçladı.) İkincisi, böylelikle uluslararası ilişkileri arada büyükelçiler, dışişleri bakanları filan olmadan, liderden lidere şahsen yürütebileceğini düşünür. Üçüncüsü, Ischinger Türk Dışişleri ve Erdoğan’ın dış politika ekibini kararında döndürmeye çalıştığı haberlerinden etkilenmiş görünüyor.
Oysa bu konuda Türkiye’nin önceki Moskova ve Roma büyükelçilerinden, deneyimli diplomat İYİ Parti Milletvekili Aydın Sezgin’e kulak vermekte yarar var:
• “Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun Erdoğan’ı yanlıştan çevirebileceğini, onu ikna edebileceğini düşünmek imkansız. Çünkü Türkiye’de dışişleri bakanı, Erdoğan’ın sekreteri gibi çalışıyor.”
Erdoğan bu hamleyle 30-31 Ekim tarihlerinde Roma’da yapılacak G20 zirvesi öncesinde Batı dünyasının dikkatini üzerine çekti. Belki de bu yolla ABD Başkanı Joe Biden dahil, batılı liderlerle yüz yüze görüşmeyi garantiye alma yolu olarak gördü. Bunu da iç politikada güdümlü medya aracılığıyla “işte önümde sıraya girdiler” diye sunmayı düşünebilir.
Bundan sonrası
Erdoğan’ın kararını Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinde yeni bir dönüm noktası olarak saymak gerekiyor. ABD ile S-400/F-35, Suriye-PKK ve Fethullah Gülen’in iadesi krizlerine ek olarak bir de Halkbank konusu çıktı. Erdoğan’ın kararını New York Mahkemesinin Halkbank’ın İran’a ambargoyu ihlalden yargılanabileceği hükmünün hemen sonrasında açıklanması belki tesadüftür.
Ancak tesadüf olmayacak şey bu hamlenin Türkiye’nin ekonomisini daha da kırılgan bir noktaya sürükleme ihtimalidir. Yalnızca Türk lirasının daha da değersizleşeceği, halkın alım gücünün daha da düşeceğinden söz etmiyorum. Erdoğan bir yandan kayıtsız göçmenlerin gidişini engelleme silahıyla AB’den yeni yatırımlar bekliyor, diğer yandan ABD ile yılda 100 milyar dolar ticaret gibi hiçbir gerçekçiliği olmayan bir hedefi yineleyip duruyor. Bu arada, ABD’nin vermediği (hatta F-35’ler gibi gasp ettiği) silahları Rusya’dan tedarik etme projesini de sürdürüyor.
Erdoğan, Kavala’nın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararına uyularak serbest bırakılmasını isteyen büyükelçileri sınır dışı etme hamlesiyle seçimlere doğru pek de düzelmeyeceği anlaşılan ekonominin durumundan, tek başına direndiği Batılı “dış güçleri” sorumlu tutmaya hazırlanıyor.
Tutar mı? Bugüne dek Türkiye’de dış politikayla, velev ki batılı güçlere cihat vadiyle de olsa seçim kazanan olmadı. Seçmen önce cebine bakıyor, haklı olarak.
Ayrıca, Erdoğan’ın şahsen muhatap aldığı için ağır hakaretlerini dahi sineye çektiği, “dostum” dediği Donald Trump’ın “Erdoğan’a söyledim Rahip Brunson’u serbest bıraktı” dediği de henüz akıllarda. Erdoğan daha önce “Bu can bu bedende, bu fakir bu görevde kaldığı” müddetçe Brunson’un serbest kalmayacağını söylemişti. Keza gazeteci Deniz Yücel’in Almanya ile girilen pazarlıklar sonucu serbest kaldığı da hafızalarda.
Zor günler.