Emekli MİT yöneticisi Mehmet Eymür, T24’te Gökçer Tahincioğlu’na devletin derinliklerinde neler olduğunu anlatırken işkencenin sistematik bir sorgu yöntemi olarak kullanıldığını, kendisinin de işkence yapmış olduğunu söyledi. Bu aslında herkes tarafından bilinen acı gerçek. Ama Türkiye’de de dünyada da devlet görevlilere ara sıra çıkıp böyle samimi itirafta bulunca bu gerçekle bir daha yüzleşiyoruz. Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Eymür’ün işkence sözleri üzerine suç duyurusunda bulundu. Tahincioğlu’nu gazetecilik başarısı, T24’ü yayıncılık cesareti için kutlamak gerekiyor.
Eymür’ün işkence dışında söylediği başka önemli şeyler de vardı. Türkiye’deki işkence gerçeğinden ayrı düşünülmesi mümkün olmayan şeyler. Örneğin “Genelkurmay söyledi, biz yaptık” sözü. Milli İstihbarat Teşkilatı’nın 1993’te Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel başına Büyükelçi Sönmez Köksal’ı getirene dek tamamıyla askerlerin kontrolünde olduğunu unutmamak gerekiyor. “Meraklısı İçin Darbeler Kitabı”nda ayrıntılarıyla yazdım. 12 Mart 1971 darbesi öncesinde MİT Müsteşarı olan Korgeneral Fuat Doğu başbakan Süleyman Demirel darbe kuşkusunu sorduğu halde doğruyu söylememiştir. Çünkü üst rütbedekiler ve zaten 27 Mayıs 1960 darbe yönetiminde görev yapmış olan dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay söylememesi talimatı vermişlerdir.
İşin bir başka boyutu, Eymür’ün Fuat Doğu tarafından 1965’ten itibaren MİT’e alınan “Jön Türkler” de denilen üniversiteli siviller arasında olmasıdır.
Siyasi büyük resim içinde yeri var
İşkence 12 Mart ve 12 Eylül darbe yönetimleri sırasında yaygın olarak kullanılmıştır. İsteyenler bu linke tıklayarak TİHV kayıtlarından işkence kurbanları konusunda bilgi alabilir. Kaba dayaktan tutun da elektrik işkencesine, uykusuz bırakmaya dek insan bedeni ve zihnini tahrip eden türlü yöntemler kullanılmasının amacı sadece belli bir bilgiyi sorgulanan kişiden almak değildir, aynı zamanda onun onurunu, bilincini, kendisine saygısını da kırmaktır. İnsanlık suçudur.
Sorgularda işkence kullanılması sadece askeri dönemlere özgü değildir. Ancak 1960’lardan itibaren sistematik olarak solu bastırmak için kullanılmış olmasıdır; istisnası, 12 Eylül döneminde ülkücülerin de işkenceli sorgulara tabi tutulmasıdır. Ancak her üç darbeden sonra da sürekli olarak güç kazanan tek siyasi akım siyasi İslamcılık olmuştur. Bununla Türkiye topraklarında öteden beri var olan İslami akımları kast etmiyorum. Özellikle Soğuk Savaş döneminde, 1950’lerden itibaren ABD’nin “komünizmle mücadele” adı altında, Sovyetleri devirmek amacıyla Suudi Arabistan üzerinden yürüttüğü faaliyetin Türkiye’deki İslami akımları politize edip ülkeyi kutuplaştırmasında söz ediyorum.
Sendikalar kapatıldıkça cemaatler kuruldu
Burada en çarpıcı ayrıntı, güya “irticaya karşı” ve Atatürkçülük söylemiyle 12 Eylül 1980 darbesini yapan Kenan Evren ve arkadaşlarının siyasi İslamcılığın önünü en çok açan yönetim olmasıdır. 15 Temmuz 2016 darbe girişimine ön ayak olan kadrolara bakıldığında, asker ve polis okullarına -bir kısmı sınav hileleriyle- 12 Eylül döneminde girdiği görülebilir. Suudi Arabistan merkezli Rabıta örgütünün daha 27 Mayıs darbesi ardından Ankara’dan talep ettiği din derslerinin zorunlu olmasını Anayasaya koyan Evren olmuştur. Kökü dışarıda cemaat vakıflarının desteğiyle yetişen öğrencilerin devletin bürokratik kademelerine yerleştirilmeye, önlerinin açılmaya başlaması da öyle.
Askeri yönetimler öğrenci liderlerini, işçi sendikacılarını, kitle örgütü önderlerini tutuklayıp işkence tezgahlarında ezmeye çalışırken siyasi İslamcı cemaat üyeleri makbul vatandaşlar olarak devlet kademelerinde yükseltildi.
İşçi sendikaları kapatıldıkça, kökü dışarıda cemaatlerin önü açıldı. Çalışanlar haklarından edildikçe rantiye sektörler teşvik edildi. Rantiye sektörler kökü dışarıda cemaatleri besleyerek bürokrasinin yanı sıra -ticaret hayatı üzerinde de söz sahibi olmaya başladı.
Askerler “irticayla mücadele” propagandasıyla kökü dışarıda siyasi İslamcılığın, ABD destekli “komünizmle mücadele” stratejisi çerçevesinde Türkiye’de kök salmasının önünü açtı.
Bugünlere böyle geldik.
İşte o işkenceli sorguların, işkence gerçeğinin bu tablo içinde bir yeri vardır. Eymür’ün Tahincioğlu’nun sorularına verdiği yanıtları sadece işkence suçu çerçevesinde değil bu büyük resim içinde de görmek gerekiyor.