Vladimir İlyiç Lenin’e atfedilen bir söz vardır; “Bazı onyıllar vardır, hiçbir şey olmaz. Bazı haftalar vardır ancak onyıllar zarfında olabilecek şeyler yaşanır”. Son günlerdeki gelişmeler bizlere Lenin’in bu sözünü hatırlatıyor. Hem iç politikada hem dış politikada beklenmedik gelişmelere şahitlik ediyoruz. Dış politikada İsrail ile yakınlaşma da bu çerçevede ele alınabilir.
Geçen on yıl boyunca yapılan vahim hataların yarattığı ağır tahribatın nihayet farkına varılmış olacak ki, 2021 yılının başından itibaren dış ilişkilerde başlatılan açılımlara son birkaç haftadır epey hız verildiği görülüyor. Bu çerçevede, kitleleri heyecanlandırmaktan başka bir işe yaramayan kibir ve hamaset dolu söylemler, çatışmacı yaklaşımlar büyük ölçüde terkedilmiş durumda. Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile ilişkilerde sağlanan bahar havasının, gerginlik yaşadığımız diğer bölge ülkelerine de yansıtılması için yoğun çaba harcanıyor. Hatta, “Sorunsuz Çember” diye yeni bir slogan daha yaratıldı. Yani, ülkemizin etrafında iyi ilişkilere sahip olduğumuz ülkelerden oluşan bir dostluk halkası oluşturulmaya çalışılacağı anlaşılıyor. Herhalde, öfkeyle kalkılınca, zararla oturulduğu nihayet anlaşılabildi. Nitekim, İsrail ile ilgili olumlu ve sıcak açıklamaların son zamanlarda yoğunluk kazanmış olması, iktidarın dış politikadaki bu tutum değişikliğinin en somut tezahürlerinden birini oluşturuyor. Elbette, söz konusu çabaların dış ilişkilerimizde toparlanmaya ve olumlu gelişmelere kapıyı aralaması en büyük arzumuz.
Gerilimden hem Türkiye hem İsrail kaybetti
Ancak, Türkiye’nin dış politikası bakımından büyük önem taşıyan İsrail ile ilişkileri gerginlik boyutuna taşımanın gereği var mıydı diye sormadan edemiyor insan… Elbette, bu sözüm sorumsuzca davranarak, ilişkilerdeki karşılıklı çıkar dengesini zedelemekte beis görmeyen her iki tarafın siyasi liderleri için de geçerli. İki ülke siyasetçileri iniş çıkışlarla da olsa uzun yıllar yönetmeyi başardıkları değerli bir ilişkinin tamamen iç politika saikiyle birbirlerine meydan okuyarak, sürekli üstten konuşarak, karşılıklı ölçüsüz tepkiler vermekten çekinmeyerek, altının oyulmasına adeta göz yumdular. Ve bu çerçevedeki hatalarının sorumluluğunu üstlenmek yerine birbirlerini suçlama yarışına girdiler. Sınırlar öylesine zorlandı ki, sağduyulu yaklaşımlarla, ortak çıkarlar doğrultusunda adımlar atılması imkânı ortadan kalktı.
Örneğin, Türkiye gözü kapalı Hamas taraftarlığı yapmakta ve bütün yumurtaları aynı kefeye koymakta bir sakınca görmedi. İsrail de bölgedeki en önemli müttefiki olan Türkiye’nin 11 sivil vatandaşını Mavi Marmara gemisi baskınıyla katletmekten çekinmedi. Ayrıca, Türkiye’nin bölgedeki hassasiyetlerini hiçe sayarak, Türkiye’ye muhalif cepheler oluşturulmasına öncülük etti. Tarafların bu hataları kaçınılmaz olarak iki ülke arasındaki gerilimin had safhaya çıkmasına neden oldu.
Gerilim nasıl başladı?
İlişkilerin gerginleşmesine yol açan olayların başlangıcı, dönemin İsrail Başbakanı Ehud Olmert’in 22 Aralık 2008 tarihinde, Başbakan Tayyip Erdoğan ile Ankara’da yaptığı görüşmenin hemen sonrasında İsrail’in Gazze’ye yönelik olarak gerçekleştirdiği “Dökme Kurşun” operasyonuna kadar gidiyor. Bunun ardından, 29 Ocak 2009’da İsviçre’nin Davos kasabasında Erdoğan ile İsrail Devlet Başkanı Şimon Peres arasında yaşanan “One Minute” olayını, en nihayet 31 Mayıs 2010 tarihindeki “Mavi Marmara” hadisesini hatırlamak ve Türkiye-İsrail ilişkilerini, bu bütüncül pencereden değerlendirmek gerekiyor.
Olmert, Türkiye’yi ziyaret ettikten hemen sonra Gazze’ye yönelik “Dökme Kurşun” operasyonunu başlatınca her şey o tarihten itibaren tersine döndü. Olmert’in, benim de hazır bulunduğum Ankara’daki o toplantıda verdiği sözleri tutmaması, ilişkilerde ciddi bir kırılma yarattı. Hemen ardından Davos’taki ‘one minute’ olayı meydana geldi. Ondan sonra ilişkileri toparlamak pek mümkün olmadı. Dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan, Olmert’in davranışını şahsına yapılmış bir saygısızlık olarak algıladı ve İsrail’e yönelik bakışını sertleştirdi. Olmert’i hiçbir zaman affetmedi.
O tarihten itibaren, Türkiye, İsrail-Filistin ihtilafında bütün ağırlığını Filistin tarafına koydu ve bunu iç politikada da kullandı. Dolayısıyla, ilişkileri, her iki tarafın da değişik ölçüde sorumlulukları bulunan bu tarihi olaylar zincirinin boyunduruğundan kurtarmak icap ediyor. Umarım, bu istikametteki bir kararlılık son İsrail açılımında ifadesini bulur.
Eskisi gibi olmaz, İsrail’in tuzu daha kuru
Geçen birkaç hafta içinde giderek ivme kazandığına şahit olduğumuz dış politikadaki yumuşama sürecine Türkiye-İsrail ilişkileri özelinde bakacak olursak, kısa sürede eski günlere dönülmesini beklemenin gerçekçi olmadığını görürüz. Her şeyden önce, şu sırada talepkâr olan biziz. İsrail’in tuzu kuru. Artık Türkiye’ye eskisi kadar ihtiyacı yok. Sünni âlemde yeni müttefikleri var. İbrahim Anlaşmaları İsrail’e dış politika alanında geniş bir manevra alanı yaratmış durumda.
Dolayısıyla, İsrail Devlet Başkanı Yitzak Herzog’un önümüzdeki aylarda gerçekleşeceği söylenen ziyareti iki ülke arasındaki sorunların aşılması bakımından tek başına yeterli olmayacaktır. İsrail Hükümeti nezdinde de güven oluşturucu adımlar atılması şarttır.
İkincisi, ticari ve ekonomik ilişkilerimiz herhangi bir sorun olmadan devam ediyor. Dış ticaret hacmi giderek artıyor. Siyasetçiler, bir suredir ideolojik amaçla herhangi bir tahrikte bulunmadığı için insani ilişkilerimiz de sorunsuz yürüyor. Türkiye’yi ziyaret eden İsrailli turist sayısında kayda değer artış var. İki ülke takımları arasındaki spor karşılaşmaları sorunsuz gerçekleşiyor. Bu arada, İsrail gazının boru hatlarıyla Türkiye üzerinden Avrupa pazarına ulaştırılması projesi de eskisi kadar çekici değil. Çünkü, bu tür projelere finansman bulmak artık epey zorlaşmış durumda. Yani, özellikle İsrail açısından, ilişkilerin düzeltilmesi aciliyet arz etmiyor.
İsrail, İran, Azerbaycan
Ancak, İsrailliler stratejik düşünebilen bir ulustur. Dolayısıyla, her şeye rağmen, İsrail’in uzun vadeli çıkarları açısından, Türkiye ile sağlıklı ilişki yürütmeye ihtiyacı bulunduğu gerçeğini daima göz önünde bulundurmuşlardır.
Bu çerçevede, örneğin İran faktörünün her iki ülke tarafından dikkate alındığını düşünüyorum. İran’ın, Suriye, Lübnan ve bir ölçüde Irak’taki giderek artan ağırlığının dengelenmesi gereğinin hem Türkiye hem İsrail açısından öncelikle değerlendirilmiş olması pek muhtemeldir. Ayrıca, İran’ın Körfez ülkeleri üzerinde yarattığı baskının ve Ermenistan-Azerbaycan ihtilafının çözümüne yönelik gayretlerin akamete uğratılmasına yol açabilecek emellerine set çekilmesi ihtiyacının da yakınlaşma kararında rol oynadığına inanıyorum.
Batıyla ilişkiler ve Hamas etkeni
Ayrıca, İsrail’in, Hamas ile mevcut derin görüş ayrılıklarının giderilmesi ve bu nedenle taraflar arasında yaşanan sıcak çatışmaların önlenmesi bakımından Türkiye’nin önemli roller üstlenebileceğinin bilinci içinde olduğunu düşünüyorum. Zira, Türkiye’nin geçmişte İsrail ile Hamas arasında dengeyi gözeterek yürüttüğü ilişkilerin iki taraf uzerinde yatıştırıcı bir rolü olduğunu ve yapıcı sonuçlar verdiğini İsrail’de herkes biliyor. Dolayısıyla, Türkiye bu konuda evvelce izlediği yapıcı tutuma dönerse, anlaşmazlıkların çözümüne somut katkıları olabilir. Nitekim, Türkiye’nin, son zamanlarda Hamas’ın silahlı unsurlarından ve Müslüman Kardeşlerden uzak durmaya özen göstermekte olduğu görülmekteydi. Zaten, İsrail, yumuşama sürecinin akıbeti bakımından Türkiye’nin ideolojik yaklaşımlarını terketme istikametindeki adımlarının ve Hamas’a bakış açısındaki olumlu değişikliğin kalıcı olup olmadığını yakından gözleyecektir. Filistin davası da büyük ölçüde marjinalize olduğu cihetle, Türkiye’nin bundan sonra Hamas’la yürüteceği ilişkilerin mahiyeti İsrail açısından daha fazla önem taşıyacaktır.
Diğer taraftan, başlatılmaya çalışılan Türkiye-İsrail yakınlaşmasının başta ABD ve İngiltere olmak üzere Batılı müttefiklerce de memnuniyetle karşılanacağı kuşkusuzdur. Zira, Türkiye ve İsrail ilişkilerinde sağlanacak yumuşamanın, Türkiye’nin Batı ülkeleriyle arasındaki güvensizliğin giderilmesine yardımcı olacağı açıktır. İsrail ile ilişkilerimizde kaydedilecek iyileşmenin ABD ile ilişkilerimize olumlu şekilde yansıyacağını da önemle not etmek gerekir. Ayrıca, küresel belirsizliğin zirve yaptığı bu günlerde, İsrail ile iyi ilişkiler, Türkiye açısından savunma sanayii alanındaki kazanımlarını geliştirip, güçlendirmek bakımından da son derece önemlidir.
İsrail’in de dikkatli olması gerekiyor
İsrail’in de, Türkiye ile geçmişi yüzyıllar öncesine uzanan Türk-Yahudi dostluğuna dayalı ilişkilerinin yeniden “kazan kazan” zeminine oturtulmasında hayati çıkarları bulunduğunu görmesi gerekir. Türkiye, bağımsızlığını kazandığında, İsrail’i kendi iradesiyle tanıyan, nüfusu Müslüman ağırlıklı ilk ülkedir. Bu husus, İsrail halkının zihninde unutulmayacak bir yere sahiptir.
Kısacası, Türkiye, pragmatik bir yaklaşım sergileyerek, BAE ile arasında mevcut buzları kırmayı başardı. Şimdi, İsrail ile ilişkileri rayına koyabilir, ardından Suudi Arabistan ve Mısır’la da barışabilirse, dış politikada bir ölçüde toparlanma sağlayabilir. Kısa zamanda mesafe alınması belki mümkün olmayacaktır. Zira, yıkmak kolay, yeniden inşa etmek epey zordur. Ancak, içinde bulunduğu yalnızlığı biraz olsun giderebilmesi, dost ve müttefikleri nezdinde kaybettiği güveni yeniden oluşturabilmesi için Türkiye’nin elinde başkaca bir seçenek bulunmadığı da ortadadır. İsrail’in de bölgedeki en önemli müttefikini yeniden kazanmak için daha sorumlu davranması ve Türkiye’nin hassasiyetlerini kaşımaktan vaz geçmesi şarttır.
Dün dündür, bugün bugündür
Dış politikada bugünkü ılımlı noktaya, tarafların, diplomaside yeri olmayan bu tür vahim hataların sebeplerine tutarlı ve gerçekçi cevaplar arayarak geldiğini pek sanmıyorum. Neticede, küresel düzeydeki belirsizlik ortamı ve içinde bulunduğumuz covid pandemisinin yarattığı küresel ekonomik bunalım tarafları birbirlerine karşı daha ılımlı bir dış politika izlemeye mecbur bıraktı.
Diğer bir ifadeyle, ne Turkiye ne İsrail kendilerini sorgulayarak ve hatalarıyla yüzleşerek bu noktaya geldi. Bu yüzden, ilk dileğim, Türkiye tarafından “sorunsuz çember” sloganı ile başlatılan yumuşama sürecinin, İsrail’in de katkısıyla kalıcı hale gelmesidir. Her iki tarafın da hatalarından yeterince ders çıkarmış olduğunu, “dün dündür, bugün bugündür” yaklaşımıyla hareket etmekten vazgeçtiğini ümit etmek istiyorum. Artık, önümüze bakmamız ve bundan sonraki dönem için ortak akıl ve ortak çıkarlar zemininde politikalar geliştirmemiz gerekiyor.