Türk dış politikasının içinde bulunduğu savrulmanın ciddi boyutlara ulaşmakta olduğu görülüyor. Son örnek, Suriye cephesinde yaşanan çaresizlik görüntüsü. Gerçeklikle ilişkisi çoktandır kopmuş olan siyasi iktidar politika üretemiyor. Kendi sebep olduğu devasa iç ve dış sorunlara çözüm bulabileceğine inanmak istiyor. Ancak, bunu yapmak için ne akılcı bir plânı, ne inandırıcı bir programı var. Ülke, bir yandan da yakın tarihinin en büyük ekonomik kriziyle baş etmeye çalışıyor. Hem de ‘dünyanın düz olduğu’ gibi akıldışı bir iddiayı ısrarla öne sürerek. Dolayısıyla, yakın bir gelecekte Türkiye’yi çok zorlu günlerin beklediği aşikâr.
İnsan kendi kendine sormadan edemiyor; bu inişli-çıkışlı, sonu öngörülemeyen ‘macerayı’ neden yaşıyoruz? Ülkenin bütün enerjisini tüketen popülist politikaları uygulamaktaki ısrarın sebebi nedir? Dahası, popülizm olgusunun önüne geleni yiyip-tükettikçe, bir aşamada kaçınılmaz şekilde kendi yaratıcısına yönelebileceğinin farkında mıyız? Aslında, bunların siyasi iktidarın cevabını gayet iyi bildiği, ancak bir türlü yüzleşmek istemediği sorular olduğunu düşünüyorum.
Populizme yaslanan dış politikadan kaçınmak
Dış politika, bir ulusun, ülkenin, devletin yüksek nesnel çıkarlarının uluslararası plânda korunması hedefi esas alınarak kurgulanır. Ancak, dış politika ideolojik hoyratlığa savrulur ve bir siyasi iktidarın dar öznel çıkarlarının korunmasında ideolojik araç haline getirilirse, bu hedefinden sapar, partiler üstü konumunu yitirir. Dar ve öznelleşmiş siyasi çıkarları öncelemeye başlar. Kitleleri duygusal heyecanlarla coşturmaktan, hezeyana sürüklemekten, ayrıştırmaktan ve kutuplaştırmaktan başka hiçbir sonuç vermez. Neticede, ülkeye maliyeti altından kalkılamayacak boyutlara ulaşabilir. Bu nedenlerle siyasi popülizm esas alınarak oluşturulan algıyla dış politika yürütmekten özenle kaçınmak gerekir.
Popülizm ısrarı, sokağa teslim olmakla neticelenir. Böyle bir durumda dış politikada siyasetçilerin değil, sokaktaki insanın duyguları belirleyici hale gelir. Manevra alanı iyice daralır, kendinizi köşeye hapsetmiş olursunuz, bir ‘çıkış stratejisi’ kalmaz. Aynen bugün olduğu gibi.
Tahıl Mütabakatının zafer sarhoşluğu
Son zamanlarda, Rusya ve Ukrayna’nın BM gözetiminde dolaylı şekilde anlaşmalarını sağlayan ‘Tahıl Mutabakatının’ zafer sarhoşluğu içindeyiz. Bu mutabakatın başlıca mimarı olduğumuz algısını pekiştirmeye çalışıyoruz. Anlaşmanın sağlanmasındaki rolümüz elbette küçümsenemez. Ancak, mutabakatın tarafların ortak çıkarlarının gözetilmesiyle mümkün hale geldiğini unutmamamız gerekir. Dolayısıyla, bu ‘zafer’i Türkiye’nin yumuşak gücüne emsal olarak dünya âlemin gözüne sokma girişimlerimizde ölçüyü kaçırmamamız icap eder.
Hakikat bu olsa da, suni algı yaratma çabalarımızın yaklaşan BM Genel Kurulu’nda dünya ülkeleri nezdinde süreceği anlaşılıyor. Tabii, bunu yaparken ‘Tahıl Mutabakatının’ koşullarına, şimdilik 120 gün süreyle sınırlı olduğuna, Ukrayna tahılı dış pazarlara çıkarken Rusya’nın tahılını ihraç etmeye hâlâ başlayamadığına muhtemelen hiç değinmeyeceğiz. Rusya’nın, mecburen katlandığı bu süreci dişlerini gıcırdatarak izleyeceğini ve engellerle karşılaşırsa ilk fırsatta mutabakatı kenara koymaya yönelebileceğini hatırlamak dahi istemeyeceğiz.
Suriye meselesinde belirsiz konum
Bu koşullu başarıyı bir yana bırakıp, popülist dış politikamızın duvara çarptığı diğer bir coğrafya olan Suriye’ye ve Orta Doğu’ya baktığımızda, ardı ardına ciddi savrulmalar yaşadığımız görülüyor. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, İsrail ve Doğu Akdeniz dosyalarındaki ters-yüz oluşları kenarda tutarak, dikkatimizi Suriye meselesine çevirdiğimizde, kendi kendimizi içine soktuğumuz bataklıktan nasıl kurtulabileceğimiz gibi temel bir soruyla ile karşı karşı karşıya bulunduğumuz anlaşılıyor.
2015’den bu yana doğrudan tarafı haline geldiğimiz Suriye meselesinde nerede durduğumuz pek belli değil. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Soçi’de Rusya Devlet Başkanı Putin’le görüşmesinden dönerken yaptığı açıklamanın ima ettiği keskin dönemeç bu soruya açıklık getirmiyor. Bundan birkaç gün sonra Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun yaptığı açıklama da gözlemcilerin zihnindeki kafa karışıklığını artırmaktan başka işe yaramadı. Tutarlılığımız, inanılırlığımız ve güvenilirliğimiz sorgulanmaya devam ediyor. Yalpaladığımızı ve savrulduğumuzu herkes görüyor.
Terörle mücadelede kendimizle hemfikiriz
‘Ensar-muhacir’ denklemiyle başladığımız Suriye macerasında, uzunca süredir ‘terörle mücadele’ konusuna takılıp kaldık. Bu uzun süreçte hedefler, amaçlar sürekli yer değiştirdi, ufuk çizgimiz kaydı. Batılı müttefiklerimizle Suriye’de zaten uzun zamandır karşıt konumlardayız. Tam da bu sırada, ne Tahran’daki üçlü, ne Soçi’deki ikili zirvede ‘terörle mücadele’ için kuzey Suriye’de istediğimiz tek yanlı askeri harekata ortaklarımızdan olumlu yanıt alabildik. Zira, terör ve terörist tanımları herkes için farklı.
Bizim için terörist PKK/YPG/PYD iken, aralarında Suriye yönetiminin de yer aldığı Rusya ve İran cephesi için teröristler, Türkiye’nin himaye ettiği, Özgür Suriye Ordusu’nun, Heyet Tahrir üş-Şam’ın, hatta el-Kaide’nin de aralarında bulunduğu, Türkmen, Arap, Çeçen ve Uygurlar’dan oluşan silahlı milis güçleri. Dahası, karşı cephe Türkiye’yi Suriye topraklarını işgal etmekle suçluyor ve Suriye topraklarından çıkmamızı talep ediyor. Batı ülkeleri de bu konuda bizimle aynı fikirde değil. Yani, sadece biz kendimizle hemfikiriz.
Suriye yönetimiyle anlaşma yolu
Durum böyleyken, Soçi dönüşü Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı açıklamadan, Putin’in, Suriye yönetimiyle anlaşma yoluna gitmemizi tavsiye ettiğini öğreniyoruz. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun ilave ‘açıklık’ getirdiği bu beyanat, Esad’la anlaşmaya mecbur edildiğimize ve başka seçeneğimiz kalmadığına işaret ediyor. Bu, aslında Türkiye’nin çıkarları ve halkımızın beklentileri bakımından doğru ve arzu edilir yönde bir çözüm olabilir.
Fakat, iktidar, siyaseten kendini dar alana sıkıştırmış olduğundan, gereken manevrayı yapmakta zorlanıyor. Kendi köpürttüğü popülizm söylemlerinin esiri olmuş gibi görünüyor. Tek çıkış yolunun Suriye yönetimiyle, yani Esad rejimiyle, adil ve hakkaniyete dayalı bir uzlaşıdan geçtiğini nihayet anlamış olmasına rağmen, popülizmin siyaseten ayağına vurduğu prangaları kıramıyor. Şam’daki Emevi Camii’nde zafer namazı kılma hayalinden bugünkü hazin konuma sürüklenmiş olmanın utancını hazmetmeye çalışıyor.
Başka seçeneğimiz bulunmuyor
İçinde bulunduğumuz kaçınılmaz dayatma halini bir ölçüde Suriye’de rejimin yıkılmasını önleyen Rusya’nın askeri müdahalesinin ve siyasi desteğinin dikte ettiği de söylenebilir. Ancak, Esad yönetimine karşı siyasi sermayesinin tamamını ‘ya hep, ya hiç’ anlayışıyla kumara yatırmış, bu uğurda ‘değerli yalnızlığı’ benimsemiş, açıkça düşmanlık gütmüş, doğrudan veya dolaylı şekilde askeri çatışmayı beslemiş, yüzlerce asker ve sivil vatandaşını şehit vermiş, on milyarlarca dolar harcamış, mensuplarının sayısı onbinleri bulan silahlı cihatçı grupları destekleyen, rejim muhalifi milyonlarca Suriyeli sığınmacıya kucak açan bir ülke olarak, Suriye ile yakınlaşma kararı almaktan başka seçeneğimizin bulunmadığı acı gerçek olarak önümüzde dikiliyor.
Bu sert dönemeç güçlü ve geniş tabanlı toplumsal mutabakata dayalı siyasi irade gerektiriyor. Ancak, iktidarın bilinçli olarak oluşturduğu kutuplaşma, böyle bir mutabakatın ortaya çıkmasını güçleştiriyor. Diğer bir ifadeyle milliyetçi-muhafazakar söylemle alabildiğine şişirilmiş otoriter popülizmin ve buna yaslanan dış politikamızın iflası ilân edilirken, ortaya çıkacağı muhakkak olan büyük bir yıkımın sorumluluğuna ortak olmayı kimse istemiyor.
Kararlı irade populizmin sonunu getirecek
O halde, ‘Arap Baharı’ndan bu yana gözü kara adanmışlık ölçüsünde bu sözde ‘dava’nın takipçisi olan bir siyasi iktidar için —doğru ve isabetli olsa da— böylesi bir kabullenmenin önümüzdeki seçimler öncesinde siyaseten kendini dayatacağı aşikâr. Bunlar malûmken siyasi iktidarın önde gelen sözcüleri ve siyaset ortakları tarafından yapılan açıklamalar, yalnızca Türkiye’nin Rusya’yla ilişkilerde köşeye sıkıştığına ve Suriye konusunda yüksek bir maliyeti göze almaya zorlandığına işaret etmekle kalmıyor, ‘çıkış stratejisi’ düşünülmeden taraf olunan bu sorundan kurtulmak için “kervan yolda düzülür” anlayışıyla önermeler yapıyor.
Öyleyse, teşhisi isabetli yapalım: Söylemin ötesinde, eyleme geçerek, kendimizi bizatihi tarafı ve parçası haline getirdiğimiz bir ihtilafı bitirme konusunda tarih önünde sorumluluk almaya davet ediliyoruz. Bu sorumluluğu alabilecek cesur ve kararlı iradeyi ortaya koymamız, iç politikada sineye çekilmesi ve açıklanması müşkül maliyetler üretecek ve siyasi iktidarın payanda yaptığı içi boş popülist söylemlerin sonunu getirecek.
Kabul edelim ki, Türkiye’nin yüksek çıkarları da aslında bunu gerektiriyor. Tutarsızlıkla malûl siyasi iktidarı hızla eritebilecek, çok zor bir karar bu. Ancak, aksini düşünürsek, içinde bulunduğumuz vaziyet de mevcut ‘kanamalı hasta’ haliyle sürdürülebilir değil. Dolayısıyla, bu durum ‘Rus Ruleti’ benzeri, sonu karanlık bir kumar olarak görülüyor olsa dahi iktidar tarafından göze alınabiliyor.
Saygınlığın ölçütü Suriye politikasının yönü olacak
Ama ‘devlet adamlığı’ veya ‘liderlik’ denilen şey de, işte böyle tarihi dönemeçlerde hamasete başvurmadan, cesaretle ve kararlılıkla siyasi irade sergileyebilmek suretiyle ortaya çıkabiliyor. Bugün, ülkesinin çıkarları uğruna zor kararlar verebilenlere, siyaseten kaybedeceğini bile bile zor uzlaşmaları göze alabilenlere ‘liderlik vasfı taşıyan devlet adamı’ deniyor.
‘Tahıl Mutabakatıyla’ itibarımız ne denli artmış olursa olsun, saygınlığın asıl ölçütü Suriye politikasının alacağı yön olacak. Suriye’de bataklıktan çıkmanın rejimle yeniden ilişki kurmaktan başka yolu yok. Tabii, bu süreçte Suriye rejiminin kabullenmekte zorlanacağımız talepleri ortaya çıkacak; bunların işaretlerini almaya başladık. İstesek de istemesek de, değişmeyecek hakikat bu. “Asrın liderliği”nin hakkını vermek, “yerli ve millî” olmanın onurlu gereklerini ifa etmek, “sahada ve masada güçlü olmak” bedelsiz değil, tam olarak böyle yüksek maliyetli bir şey.
Bu düğümü çözme hünerimiz, Türkiye’nin geleceğini belirleyecek. Belki de iktidar işin kolayını tercih ederek, yaklaşan seçimlere kadar çözümü erteleyecek ve çözüm arıyor görüntüsünü vermekle yetinecek. Her durumda, başarısızlık, bizi gelecek nesiller nezdinde mahkum edecek. Fakat sonuç ne olursa olsun, ekonomide, iç ve dış politikada iyice sıkışmış bir siyasi iktidarın yanlış politikalarının kapsamlı diyetini ödemeden, sorumlu olduğu kendi halkına hesap vermeden, bu derin açmazdan çıkabilmesi mümkün olacak gibi görünmüyor.